Nihat Genç Yazıları
 
Pazartesi, 26. Ağustos 2002
SEÇİM BİLDİRİSİ

Bu þehri Ankara'da en büyük hayalim, stadyum kadar bir tapýnak yapýlýp kapýsýna: Hitit Ýmparatorluðu, yazýlmasý. Þüphesiz kapýsýna elli metrelik iki büyük Hitit kaya yontma heykelleri de yapýlacak. Çorum'dan, Eskiþehir'e kadar daðýlmýþ Hitit eserleri bu büyük tapýnakta sunulacak. Bir büyük masal gibi. Küçücük kýz çocuklarýmýz içine girsin ve tarihin bu en eski krallarýný, kalbi coþku ve heyecanla izlesin. Düþünün, stadyumdan daha büyükçe bir bina. Ýçinde labirent labirent geziyor, tarihin derinliklerindeki küpeleri, kaya heykelleri, aslanlarý, krallarý, çömlekleri, oklarý, mezarlarý, hepsini biryerde görüyorsun. Bunu Ankara'nýn güzelliði ya da turizm için yapmalýyýz. Ama, önce yaþadýðýmýz topraklara hürmetimiz, saygýmýz varsa.. Yaþadýðýmýz topraklarýn uygarlýklarýna birazcýk merhametimiz varsa. Çoluk çocuðumuzun hangi topraklar üstünde yaþadýðýný göstermek istiyorsak, mutlaka yapmalýyýz. Çünkü, Ankara Kalesi'ndeki Anadolu Medeniyetleri Müzesi çok küçük ve çok zayýf, týkýþ týkýþ. Bir muhteþem uygarlýðý almaya, tanýtmaya, göstermeye, sergilemeye yetmiyor. Bu olaðanüstü kaya heykellerinin yaratýcý heyecanlar ve cesaretler ve bir tarih ateþi yakacaðýndan kuþkum yok. Þu azap verici birbirinin aynýsý milyonlarca ayný binadan kurtulup içimize tarih dolduralým.
Evrenin bilmeceleri bu kaya heykeller, çömlekler ve takýlarýn içinde saklý. Bu satýrlarý tarihe yazýyorum, Ankara'nýn göbeðinde büyük bir Hitit Ýmparatorluðu kurulmalý.
Bugün, Sýhhýye'nin göbeðindeki Hitit Güneþi heykeli, çok çirkin. Çünkü, çok küçük, avuç kadar Hitit Güneþi, büyütülmüþ. Büyütülünce küçük ve güzel olan Hitit Güneþi hantallaþmýþ. Üstelik heykelin oturduðu beton kaide çok çirkin, hiç yakýþmýyor. Yoksa, çocuklarýmýz bize, neden dörtbin yýl önce yaþamýþ insanlar kadar güzel ve estetik süs eþyalarý, heykeller yapamadýðýmýzý sorar diye mi korkuyoruz?
Hayal kurmaya dahi "zahmet" ediyoruz. Bakýn, Melih Gökçek'in Ankara amblemi gerçekten iðrenç. Çok tartýþýldý ve bu amblem halen mahkemelerde. Oysa, amblemler, ortak tarihimizi çok iyi ifade edebilmeli ve ruhumuzla tarihi bir duygusallýk kurabilmeli.
Beni dinleyen yok, ama, yine de, Ankara'ya en yakýþacak amblemi burada takdim ediyorum.
Ankara'ya en çok yakýþacak ve hepimizi etkileyecek amblem: Boz bir kuva kalpaðýdýr. Ve kalpaðýn önünde, rozet gibi, bir hilal'dir. Cumhuriyetin kuruluþu ve Ankara'nýn baþkentliðini ifade eden bu boz kuva kalpaðý ve önündeki hilal, bu topraklarda kullanýlmýþtýr, cumhuriyeti ve Ankara'yý çok güzel özetler! Amblemlerin hikayesi, hem manevi olarak bizleri birbirine baðlamalý, hem de, tarihin kutsal, devrimci anlarýný yücelikle özetleyebilmeli.
Fikir benimdir, beþ kuruþ da para istemiyorum, biri bizi bu yüz kýzartýcý amblemden kurtarsýn!
M.Ö. Ýkibin, üçbin yýllara uzanan Hitit Uygarlýðýyla ilgilenenler, Çorum'dan Eskiþehir'e bu bölgenin sýk aðaçlýklarla kaplý olduðunu, hatta Konya Ovasý'nýn dahi göl olabileceðini iddia ediyorlar. Yani, Tuz Gölü'nden tuz, aðaçlardan kereste, her türlü meyve, ovalarýnda tahýl ve çömlek. Eksik olan, demir, kalay, bakýr. Hitit Savaþlarýnýn bakýr, kalay yüzünden çýktýðý, Asurlular'a. Mýsýrlýlar'a bu yüzden saldýrdýklarý söyleniyor. Bir de volkanik cam denilen, obsidyen.
Hititler, küçük eþyalarý pek becerikli yaptýlar, yani, küpe, iðne, bronþ, kolyeler, süs takýlarý oldukça zevkli. Hitit kadýnlarýnýn iç dünyalarýnýn güzelliði bugün müzelerimizde saklýdýr. Ama, iri nesnelerde birazcýk hantal olduklarý söyleniyor. Yani, kaya heykellerinde ince iþçilik yoktu. Krallarýn ve aslanlarýn ve savaþçýlarýn ve rahiplerin ve adak törenlerinin tasvirleri Mýsýrlýlar'la karþýlaþtýrýldýðýnda ayný incelik gücü görülmez.
Ben tersini düþünüyorum, Hitit kaya heykellerinin hantallýðýna kabalýðýna hayraným. Kayaya kabartma þeklinde oyulmuþ bu heykellerin ilahi etkisi, çok sonra geliþecek Yunan heykelciliðinin çok önünde "yücelik" tadý verir. Sabit kayalara yontulmuþ olmasý bile, büyük dað kütlelerine resmedilmiþ olmalarý heykellere "derinlik" katýyor. Hitit krallarýnýn kayalara oyulmuþ yüzlerindeki soylu, derin, ciddi duruþlarý inanýlmaz etkileyici. Gerçekten kral gibi dururlar orada.
Hatta, krallarýn el hareketlerinin tasvirinde çok ince bir kalpleri olduðu görülür. Hitit rahipleri de kendileri gibi çok tanrýlý Aztek rahipleri gibi toplumdan elini ayaðýný çekmiþ münzevi hayat yaþýyorlardý. Aztek rahiplerinin saçlarý sakallarý karýþýk, hatta birbirine yapýþmýþ, týrnaklarý hiç kesilmemiþ, hiç yýkanmýyor, evlenmiyor, az yiyorlardý.
Hititler, Mayalar, Aztekler, Asurlular.. Bu ilk çað uygarlýklarýný birleþtiren sadece çanak, çömlek, ok, býçak yapým tekniklerinin benzerlikleri deðil. Ortak noktalarý "adak" törenleri. Rahiplerin yönettiði, her yýlýn belirli günlerinde periyodik törenlerde insanlar, çocuklarýný "kurban" ediyordu.
Ýnsan soruyor, ayrý kýtalardaki bu uygarlýklarýn kaseleri, ok uçlarý, heykelcikleri, süsleme eþyalarý, mezar yapýlarý, birbirlerine neden benziyor. Hadi bu eþyalar benziyor, "adak" törenleri, rahipleri neden birbirinin aynýsý. Amerika'dan Anadolu'ya tarih öncesinin kavimleri birbirlerini nasýl etkilemiþler, hangi yollardan, hala haritalar önümüzde oturup tartýþýyoruz. Bugün Peru daðlarýndaki Ýnka medeniyetinden kalma kadýnlarýn giysilerindeki dokuma geometrik þekilleriyle Kürt kadýnlarýnýn ya da Orta Asya'daki benzerlikler þaþýrtýcý...
Ama, asýl soru, binlerce yýl çocuklar kurban edilirken, kral mezarlarýna insanlar canlý canlý gömülürken, tek kiþi çýkýp "Ey ahali yaptýðýnýz aptalcadýr" demedi mi? Mutlaka demiþtir! Onu da deli yerine koymuþlar, toplumdan uzaklaþtýrmýþlardýr.
Bu yüzden Hz.Ýbrahim'in hikayesine binlerce yýl kimse bakmadý, ta ki Hz.Musa gelinceye kadar. Tek tanrýlý dinlerin kurucusu Hz.Ýbrahim'in oðlunu kurban etmesi ve yerine göklerden bir koç indirilmesi efsanesi tarihin en büyük, en etkileyici devrimidir. Yeryüzü aklýný deðiþtirmiþ, yeryüzü ruhunu topyekün paramparça etmiþtir. Bu küçük hikaye inanýlmaz bir "ihtilal". Büyük, güçlü uygarlýklarýn, büyük coðrafya parçalarýna hükmeden krallýklarýn bu efsane karþýsýnda dayanmalarý mümkün olmadý. Yavaþ yavaþ çok tanrýlý dinler, adaðý binlerce yýl içinde unutuverdi. Çok geçmedi, Ýbrahimi dinler: Yahudilik, Hristiyanlýk, Müslümanlýk krallara ve tanrýlara adak adayan kavimlerle dalga geçmeye baþladý..
Tek tanrýlý dinler "adak" törenlerini tarihe gömdü. Ýnsanoðlunun çok tanrýlý "adaklý" kültürden, baþka bir kültüre girmesi, baþka bir aklýn içine girmesi üç-dörtbin yýl sürdü.
Gelmiþ geçmiþ tarihin en büyük dönüþümüne yol açmýþ Ýbrahim Peygamberin iki küçük hikayesi vardý, birincisi, oðlu yerine koç kurban etmesi, ikincisi, "gece oluyor güneþ batýyor, sabah oluyor yýldýzlar yok oluyor, benim Tanrým batmamalý, yokolmamalý, tüm bu evreni yaratan tek bir tanrý olmalý" düþüncesiydi.
Tanrýlar bu kadar çok ise, hangisi hangisini yarattý, en çok hangisinin dediði oluyor, ilk önce hangi tanrý yaratýldý, gibi, bir yýðýn teolojik karmaþa, "tek tanrý" inancýyla sona eriyordu..
Yahudiler, Musa peygamberle Mýsýr'dan kovulan bir kavim. Hiçbiri putpereste gidip, dinlerinin tebliðini yapmak zorunda deðildiler. Çünkü, yahudi dýþýnda kimse yahudi olamýyordu. Ancak, Hristiyanlar taraftar toplamak, büyümek, geniþlemek, Ýsa'nýn müjdesini herkese anlatmak için karþýlarýna putperestleri, yani çok tanrýlý dinleri aldýlar, anlattýlar anlattýlar.
Ýsa'nýn kendisi ve 12 havarisi de Yahudiydi ve bu çekirdek hücre Ýsa'nýn yahudileri kurtarmaya geldiðine inanýyordu. Ýsa öldükten sonra, yahudiler içinde gizlenip, saklanýp, herhalde birbirlerine Ýsa'yý anlatarak ölüp gittiler.
Ancak, Anadolu topraklarýnda Pavlos diye bir adam, Hristiyanlýðýn kurucusu sayýlýr, kiliseyi kurdu. Ýsa öðretisini formülleþtirdi ve putperestlere Ýsa'nýn nasýl bir Tanrý olduðunu anlatmaya koyuldu.
Pavlos putperestlere, yani çok tanrýlý kültürlere, Ýsa'nýn Tanrý olduðunu, ayrýca, Tanrý'nýn oðlu olduðunu, ayrýca kutsal ruh, rühülkudüs'ten sözetti. Bu üç ayrý Tanrý'ya, çok tanrýlý kültürlerin inanmasý zor olmadý, çünkü yine üç tane, çok tanrý vardý ortalýkta.
Ýstavroz denilen bu üçleme, asýrlar boyu kafa karýþtýrdý. Ýsa nasýl tanrý oluyor? Ayný zamanda Tanrý'nýn oðlu oluyor? Bugün dahi hiçbir hristiyan bunun cevabýný veremez.
Binlerce yýl kilise ve rahipler ve halk, durmaksýzýn iþte bu soruyu tartýþtý. Tanrý Ýsa ise, öbür Tanrý ne? Ýsa oðul ise, nasýl Tanrýlýk yapýyor? Ýsa yeryüzüne indiðinde mi insandý? Yoksa Tanrý tarafýndan göðe alýndýðýnda mý Tanrý oldu? Bu tartýþmalar öyle karmaþýk bir hal aldý ki, kiliselerde bitmek bilmeyen tartýþmalar kavgalara, ayrýþmalara yol açtý. Ýsa Tanrý diyenler ayrý bir mezhep, Ýsa yalnýz basit bir insandý diyenler ayrý mezhep, diyerek, bir yýðýn mezhepler oluþtu!
Anadolu topraklarýnda Ýsa'nýn haça gerilmesinden baþlayarak, dörtüz-beþ yüz yýl aralýksýz sürdü bu tartýþmalar. Öyle ki, fýrýndan ekmek almaya gittiðinizde, fýrýncý sabah sabah sizinle bunu tartýþýyor, pazarda, çarþýda, yolda, komþulukta, herkes günboyu bu sorunlarý tartýþýyor.
Ýlk kilise, bugün Antakya'da kuruldu, hala orada. Antakya'da o günlerde dünya tarihinin en büyük depremlerinden biri oldu ve otuzbinin üstünde insan öldü. Depremin ertesi günü dahi insanlar, depremle deðil, Ýsa'nýn kim olduðunu tartýþýyordu...
Roma Ýmparatorluðu bu tartýþmalarý durdurmak için onlarca kez büyük katliamlar ve kýyýmlar yapýp, hristiyanlarý tarih sahnesinden yoketmeye çalýþtý. Ancak, hristiyanlarýn "Ýsa"yý tartýþma iþtahýný durdurmak mümkün deðildi. Ve yüzyýllar sonra Ýstanbul Ýmparatoru Konstantin, Ýznik Konsülünü topladý. Sonraki yüzyýllarda Ýstanbul'da, Kadýköy'de ve Efes'te, birbiri ardýna birçok konsül toplandý. Bütün kilise büyükleri, bu büyük konferanslarda birbirleriyle çatýr çatýr söz yarýþtýrdýlar, birbirlerini sürgüne gönderip, aforoz ettiler, ama hep ayný sorun tartýþýldý! Ýsa, hem oðul, hem Tanrý nasýl oluyor?
Ýznik Konsülü bugünkü Ýncil'i düzenledi ve aldýklarý kararlarla "imanýn esaslarýný" ilan ettiler. Yani bugünkü tüm hristiyanlar burada alýnan kararlara göre istavroz'un (üçlemenin) ne olduðuna karar verdiler. Üçlemede bir de kutsal ruh (rühul-kudüs) vardý, bir zaman sonra bunun da ne anlama geldiði kafalarý karýþtýrdý, yüzlerce yýl da kutsal ruhun ne olduðu ölümüne tartýþýldý.
Hristiyanlarý da pek ayýplamamak gerekir, çok tanrýlý bir dünyada, tek bir Tanrý inþa etmek, kolay deðildi, ikiydi, üçdü, derken, yine de çok tanrýlý kültürlerin aklýna yatacak bir formüldü, sonunda!
Bu tartýþmalar bugün dahi sürüyor ve hristiyanlar bunun ne anlama geldiðini bugün dahi bilemiyor. Ancak, konsüllerde alýnmýþ kararlara "iman" ederek ve aksini söyleyenleri aforoz ederek bir din yaþamý sürdürüyorlar.
Pavlos, çok zeki bir adam olmalý. Putperestlere, yani Anadolu topraklarýndaki çok kültürlü eski dinlere Ýsa'nýn göklerden geldiðini ve onu Tanrý'nýn gönderdiðini anlatýrken iþini kolaylamýþtý. Çünkü "tek tanrý"yý anlatmak çok zor olmalý. Üstelik, hergün tanrýlarla içiçe yaþayan eski kültürler için, gökten bir Tanrý'nýn yeryüzüne inmesi, anlaþýlmayacak, zor bir soru deðildi. Putperestler zaten hergün tanrýlarýyla yatýp kalkýyor, her yýl, her ay, tanrýlarýna adaklar adýyor, dini törenler yapýyorlardý. Hristiyan keþiþlerde eski kültürlerin rahipleri gibi giyiniyor, onlar gibi münzevi yaþýyorlardý.
Çok tanrýlý insanlara, Ýsa, öldükten sonra babasý tarafýndan göðe çýkarýldý, dendiðinde, onlar için þaþýrtýcý, büyük bir mucize gibi görünmüyordu. Kendi akýllarýna, efsane ve dinlerine uyabilecek bir inanç gibi görünüyordu ve bu yüzden hristiyanlýk hýzla yayýldý.
Bugün, müslüman din adamlarý, Hazreti Muhammed'in buraðýna binip Kudüs'e uçtuðunu anlatmakta zorluk çekiyor ve bunu dini bir mucizeyle açýklýyorlar. Oysa, müslümanlar da dinlerini putperestlere, yani çok tanrýlý insanlara anlatýyordu. Onlar için Tanrý'nýn elçisinin göklerde uçmasýnýn anlaþýlmayacak, akýl almayacak bir tarafý hiç yoktu!
Binlerce yýl, ama binlerce yýl aralýksýz insanoðlu, bunlarý tartýþtý. Bu "akýl" içinden çýkamadý.
Bugünden baktýðýmýzda, nasýl oluyor da, insanlar sabah, akþam, öðle, durmaksýzýn bu akýlalmaz saçmalýklarý konuþup tartýþabildiler ve bu yüzden birbirlerini onlarca asýr öldürdüler, diyorsunuz
Bu düþüncelere karþý olanlar o günlerde yok muydu? Vardý. Ama onlara sapýk, kafir, akýlsýz, deli, inançsýz insanlar gözüyle bakýldý. Normal akýl, normal insan, iþte bunlarý tartýþan, düzenleyen, bunlara inanan, insan türüydü!
Bilincin, inancýn deðiþmesi, insanlarýn bir akýl türünden baþka tür bir akýl türüne girmesi binlerce yýl alýyor! Bu düþünce ve inançlar bugün dahi deðiþmiþ deðil. Ancak, asýrlardýr yerkürede baþka tür bir akýl da var. En azýndan bu inançlara inanmamak bir delilik deðil. Hatta, durmaksýzýn bunlarý tartýþanlara pekala "deli" diyebiliriz.
Akýlda, siyasette, düþüncede devrimci atýlýmlar oldu. Rönesans, Fransýz ihtilali, Marksist tezler devrimci sýçramalardý. Toplumun aklýný, yönünü tamamen baþka bir yöne çevirmeye çalýþtýlar.
Mesela, Allah'ýn gölgesi olan Osmanlý sultanlarýnýn gücü ve iradesi ve dokunulmazlýklarý, altý asýr sürdü. Onun, basit bir kulu, kölesi olan tebaasý, bir zaman geldi, sultana baþkaldýrdý. Bu inanýlmaz bir baþkaldýrýydý, karþý çýkanlarýn hepsi "kafirlikle" suçlandý, sürüldü, zindanlara týkýldý. Bu basit bir siyasi ayaklanma deðil, ayný zamanda, þeriata, dine, inançlara karþý sert bir hareketti. Abdülhamit'e karþý önce Jön Türkler, sonra, Selanik'te örgütlenmiþ Ýttihatcýlar gizlilik içinde Türk tarihinin en büyük "devrimci" atýlýmýný gerçekleþtirip, Türkiye siyasetini, inançlarýný, kültürünü topyekün deðiþtirecek büyük bir hareketin kahramanlarý oldular.
Ýlk yuvalandýklarý, ilk örgütlendikleri günlerde, sapýklar ve kafirlerdi. Yakalanmalarý, öldürülmeleri gerekiyordu. Ama, bu karþý adamlar, meþrutiyeti, sonra cumhuriyeti, sonra, dili, tarihi, kültürü, kýlýk kýyafeti ve inançlarý topyekün deðiþtirmeyi baþardýlar.
Asýrlarca süren adet ve gelenekleri, inançlarý, bir avuç insanýn üç-beþ yýlda deðiþtirmesi hiçbir zaman mümkün olmadý. Bugün dahi kitleler bu deðiþimi kabullenmiþ deðil. Ya da Rus devrimi, yetmiþ yýl sonra geri tepti. Bu topraklarda, bu deðiþim, yani, batýcýlýk, Ýslamcýlýk, Osmanlýcýlýk, þeriat, din düzeni, dini yaþam hala çok canlý tartýþýlmakta.
Mustafa Kemal kýlýk kýyafet, dil, tarih görüþü, devrimleriyle insanlarýn baþka tür düþünmesinin önünü açmak istedi, ama, deðiþen sadece kýlýk kýyafet ve alfabenin kendisi oldu. Bir anda bir toplum düzenini makas gibi kesip düzeltmek mümkün deðildi. Bu devrimci zorlamanýn topluma getirip götürdükleri bugün hala hazmedilmiþ deðil.
Dünyadaki öðrenci hareketleri ve baðýmsýzlýk savaþlarýndan etkilenen 68 öðrenci hareketi, kitlelerin aklýný deðiþtirmek için topluma baþka tür bir düþünce türünü getirdi. Bugün, sokakta, kafede, tv'de, gazetede, sosyal yaþam ve düþünüþ biçimlerini öncü 68'lilere muhtacýz. 68, hepimize sadece örgütlenmeyi, sadece iþçi sýnýfýný, sadece toplumun alt kesimlerinin taleplerini sert siyasetlerle dile getirmekle kalmadý, sosyal hayatýn, giyim kuþam, kadýn özgürlüðü, birey haklarý gibi birçok sosyal konuyu devrimci bir sýçramayla toplumun önüne koydu.
12 Mart ve 12 Eylül gibi iki büyük darbeyle 68 hareketinin öncüleri, öldürüldü, sürüldü, parti ve sendikalarý kapandý, ama, 68'lilerin tezleri, fikirleri bugün onlara en karþý insanlar tarafýndan dahi kabul görüp, sosyal hayatýmýza rengini verdi!
Yeniden çamur yapacak kile, yeniden heykel yapacak kayalara ihtiyacýmýz var, çünkü, siyasi sosyal çalkalanmalar tamamlanmamýþ, aydýnlarýn kafasý karýþmýþ, donmuþtur. Ekonomik ve siyasi iktidar ülke egemenliðinden çýkmýþ sömürge düzeninde köleliðe doðru yönelmiþ durumdayýz. Buna raðmen, Türkiye, birçok sorunu kökünden ve derinden tartýþmýþ olmasýyla, Kuzey Afrika ülkeleri, Orta Asya ülkeleri, komþularý Ermenistan, Irak, Ýran, Suriye, Ukrayna, Gürcistan, Bulgaristan'dan fersahlarca ilerde bir düþünce derinliðine sahiptir.
Ülkemiz batý dýþý toplumlar içinde en hararetli, en havaleli ve en karmaþýk yapýlarý barýndýran ve hala sýnýrsýz imkanlarý olan deli dolu bir ülkedir. Bu köle toplumun en büyük þansý, diðer tüm kölelerden daha akýllý bir köle olduðunun farkýnda olmasý.
Hititler, kalay, demir, bakýr yataklarýný kaybettikleri için tarihten silindiði söyleniyor, Osmanlýlar deniz yollarýný kaybettiði ve üretimden deðil, sefahattan yana bir kültüre tapýnýp uyuþtuklarý için. Buna raðmen Anadolu insanlarý, anormal, patolojik, marazi, hasta ruhlu, delice meraklý, maceracý insanlar yetiþtirmeye devam ediyor..
Hala, inanýlmaz duygu derinliðine sahip muhteþem bir kültürün renkleri içinde yaþýyoruz, iþte türkülerimiz, iþte, gelmiþ geçmiþ uygarlýklarýn estetik yapýlarý, çanak çömlekleri...
Biz býkmaksýzýn ayný sorunlarý hergün ayný yerden tartýþýrken, sadece bizleri deðil, tüm üçüncü dünyayý köleliðe sürükleyen piyasalar dünyanýn yeni tanrýsý oldu. Yeni tanrýmýz: Piyasalar!
Çok ürkek bir tanrý, ne söylersen, inip, çýkýyor. Piyasalar istikrar istiyor. Piyasalar milyonlarca iþçinin iþten atýlmasýný, kurban edilmesini istiyor. Piyasalar, baþbakanýn, hükümetin, meclisin, siyasi iradenin, kendisine tamamen baðlanmasýný istiyor. Piyasalar tüm haklarýn, tüm toplumsal güçlerin tüm kültür biçimlerinin tüm sanatkarlarýn kayýtsýz þartsýz hergün kendisine hizmet istiyor.
Piyasalar yüzünden, tarýmý iptal ediyoruz. Piyasalar yüzünden iþsizlik sigortasý, bireyin hak ve özgürlüklerini umursamýyoruz. Herþeyimizi istiyor piyasalar! Seçime gitsek piyasa, seçimden gelsek piyasa, Kýbrýs'a gitsek piyasa, turist gelmezse piyasa, çiþimiz gelse piyasa!
Piyasa, iþadamlarýnýn, çok uluslu þirketlerin, AB'nin, IMF'nin, borsa yöneticilerinin, ekonomistlerin, bilmiþ tüm uzmanlarýn hergün baþýmýza kaktýðý, bizi susturduðu, hepimizi çaresizlik içinde kendine kul köle eden tarihin en büyük canavarý!
Dünyada yüzmilyonlarca insan, güneþin batýþýný deðil, New York Borsasý'nýn kapanýþ rakamlarýna bakmadan uyuyamýyor. Küçük piyasalarýn tanrýlarý, büyük piyasalarýn tanrýlarýndan merhamet, yardým, þefkat, ilgi istiyor. Büyük piyasalar týkanýp, Irak'a savaþ kararý alýyor, küçük piyasalar, büyük piyasalarýn emrinde ordularýný hazýr edip, milyonlarca insanýn ölümünü göze alýyor!
Baþbakan aksýrsa, borsa düþüyor. Hititli ve Aztekli rahipler de, yaðmur yaðsa, þimþek çaksa, kuraklýk olsa, tanrýlar yine öfkeleniyor diye kurban istiyordu. Onlarýn da kurban törenleri fazlasýyla medyatikti. Büyükçe merdivenleri olan tapýnak gibi yerin tam üstünde kurbanýn kellesi kesilip kanlarý aþaðý akýtýlýyor ve etraftaki halk sessiz sedasýz soluðunu tutmuþ, dualarla Tanrý'ya yakarýyordu.
Yüzlerce yýl Ýsa'nýn tanrý mý, oðul mu olduðu tartýlýyor. Roma Ýmparatorluðu tartýþan taraflarý öldürmekten, katletmekten býkýp yorulup, Ýsa'nýn tanrý mý, oðul mu olduðuna kendi karar verip, düzeni toparlamaya çalýþýyor. Çünkü, siyasal iktidar için inanç düzenindeki en küçük teolojik tartýþmalar dahi büyük facialara yol açýyordu.
Bugün, tüm dünyada, güne baþlayan tüm TV'ler, her sabah, saatlerce borsa izleme konsülleri kuruyor, yüzbinlerce borsa yorumcusu, uzmaný hararetle tartýþmaya katýlýyor. Akþama kadar, tüm gazete ve TV'ler nefes nefese borsa indi, çýktý, yükseldi tartýþmasýyla bir kýyamet beklentisi içinde borsayý izliyor. Çünkü, deðil siyasal düzenin, tüm dünyanýn nabzý artýk borsa! Borsayý yönetmek, ülkeleri yönetmek, savaþlarý yönetmek. Her yýl dünya ülkelerinden birkaçýný borsaya kurban veriyoruz!
Bugün dünyayý yöneten büyük spekülatörlerin (para tüccarlarýnýn) para kazanma istekleri hiç olmazsa.. Harislikleri sýfýr düzeyinde olsa.. Ýþlerini hiç ciddiye almak zorunda olmasalar dahi, ellerinden artýk hiçbir þey gelmez.. Artýk hepsi piyasa tanrýsýnýn emrinde ölünceye dek çalýþmak zorunda. Büyük bir iþtahla, borsa tanrýsýnýn, para tanrýsýnýn hizmetindeyiz.
Derin bir heyecan duyduklarý için deðil. Ülke sevgisi, ekonomiye hizmet hiç deðil.. Saðlýklý ve soylu insan olmak istedikleri için hiç deðil.. Artýk çok yorucu bu Tanrýsal görev. Ýnanç gibi, tören gibi hergün yerine getirilmek zorunda.
Bu insanlarla "alay" etmek imkanýna dahi sahip deðiliz. Bu büyük aklý eleþtirmeye kimsenin gücü yetmiyor! Bu bir dilim ekmek, birkaç zeytin tanesi için giriþtikleri bu ölümcül para yarýþýna gülmeye kalksak, bizlere "budala gibi sýrýtan" zavallýlar gibi bakacaklar. Onlar artýk "mutlu bir azýnlýk" da deðil. Hepsinin dozu yüksek sakinleþtirici ilaçlara ihtiyaçlarý hergün fazlalaþýyor. Ve borsa tüccarlarý ayný zamanda uluslararasý diplomatlar gibi çalýþmak zorunda. Keyiflenecek boþ bir dakikalarý yok. Hepsi dünyayý yöneten bu büyük gizli güç, piyasa tanrýsýnýn emrinde çalýþmak zorunda. Hepsinin kalpleri karmakarýþýk, hatta bir kalpten, yalnýz bir kalpten sözedebilme þansýna hiç sahip deðiliz. Hiçbirinin özel bir tutkusu, özel bir zevki yok. Piyasa markalarýyla süslenip, sýklaþmak, þiþkolaþmak, toplumun ekranlarýnda hep traþlý, hep ciddi, hep düzgün, hep iþini bilir görünmek zorundalar.
Paradan baþka birþey düþünmeyiþlerinin sebebi, paraya olan düþkünlükleri hiç deðil, dünyayý, ülkeyi, insanlýðý kurtarmak, hatta, zavallý insanlara mecburen iyilikler yapmak zorunda kalmýþ bir avuç seçkin onlar! Piyasanýn kurnazlýklarý, gizli tertipleri, entrikalarý, ahlaksýzlýklarý, yalancýlýklarý ve siyasi dalaveralarýný hepsi, kötü olduðu, çirkin insan olduklarý için deðil, insanlýðý yönetme, ülkelere istikrar ve düzen getirme, kalkýnma ve mutluluk aþký için yapýyorlar!
Yüzyýllar sonra insanoðlu, dünyanýn her þehrinde yüzmilyonlarca insanýn her sabah ayný rakamlarý, ayný iniþ çýkýþlarý hararetle tartýþtýðý ve ülkeler kurban alýp, ülkeler kurban verdiklerini öðrendiðinde, neler düþünecek!
Bir milyon iþçi, birgünde sokaða býrakýlýrken, bu piyasa tanrýsýnýn seçkin rahip spekülatörleri, bu görevi seve seve yaptýklarý, çünkü istikrar için bunun gerekli olduklarýný söyleyince, artýk toplumdan daha büyük saygý görüyorlar. Çünkü, tanrýmýzýn güzellik ve þirin görünme ihtiyacý kalmadý. Hepimiz seve seve bu kurbanlarý almalýyýz ve gönüllü kurbanlar olmalýyýz. Piyasa ahlaký bunu beynimize çaka çaka öðretti! Acý reçeteler, acý gerçekler, piyasa tanrýsýnýn bize dayattýðý kötülükler, kötü yönetim sonuçlarý deðil, içimi kötü kokulu iðrenç ilaçlar sadece. Gözümüzü yumup, ölenleri, dýþlananlarý, hastalananlarý, iþten atýlanlarý, milyonlarca ölen bebeði, bombalanan halklarý hiç görmeden, duymadan, bu kötü kokulu ilacý aðzýmýza dayayýp içeceðiz!
Bugün AIDS, kanser gibi ölümcül hastalýklarýn ilaçlarýnýn çok pahalý oluþundan her yýl milyonlarca insan göz göre göre ve yavaþ yavaþ ve acýlar içinde kuruyarak ölüyor. Afrika kýtasý yokolmakta, bir nevi, kara ýrka soykýrým uygulanmakta. Bu ilaçlarýn çok ucuzlamasý pekala mümkünken, neden pahalý diye soranlara "uzaylý" gibi bakýlmakta. Ýlaçlarýn pahalýlýðýndan kuþkulanan herkese salak, budala, ekonomiden ve hayattan habersiz insanlar gibi davranýlmakta, sýrf ilaç fiyatlarýný pahalý buluyoruz diye toplumdan dýþlanmaktayýz. Hatta, ekonomiye, ABD'ye, borsaya, siyasete kasdetmiþ gözü dönmüþ suikastçýlar, kafirler muamelesi görmekteyiz.
Sabancý'nýn bir bardaðýný beþ yüz liraya sattýðý suyun, ayný bardaðýn içine, aðzýna kadar fýndýk doldurun, çay doldurun, ya da bu ülkede üretilmiþ herhangi birþeyi doldurun, o bardak beþ yüz bin lira etmez! Sadece bunlarý söylediðinizde de "vatan haini" olursunuz. Hiçbir þeyin fiyatýnýn neden pahalý olduðunu soramayýz. Bebekler, Afrika kýtasý, yoksul ülkeler, açlýktan, bombardýmandan ölüyor, yokediliyor, soramayýz. Ülkemiz siyaseti neden 200 milyarý iç etti, soramayýz. Milyonlarca iþsizin çocuklarý, eðitimi, saðlýðý ne olacak soramayýz.
Çünkü cevaplarý piyasada yazýlý.
Türkiye'de siyasal düzen, iþte hergün ekrana çýkýp "piyasalar" kötüye gidiyor diyen TÜSÝAD'ýn, ekonomistlerin, siyasetçilerin, para tüccarlarýnýn, medyanýn, hýrsýz bankacýlar ve hýrsýz politikacýlarýn elinde, onlar neden hiç zarar etmiyor, diye soramayýz.
Neyi, nasýl söylerseniz söyleyin, kafirsiniz, dýþardasýnýz, anlamýyorsunuz, ekonomiyi baltalýyorsunuz, piyasa tanrýsýný öfkeden kudurtuyorsunuz.
Bu hýrsýz, çakal, dalaveracý siyasi düzende, Aydýn Doðan, Gülben Ergen, Mesut Yýlmaz, Kemal Derviþ, Arto, Emrah, Orhan Gencebay, Ýsmail Cem, Kibariye, Serdar Turgut, Tayyip Erdoðan, Perihan Maðden, ayný görevi yerine getirmekte, ayný siyasal ve sosyal kimliðin lego parçalarýný oluþturmakta.
Daha iki ay önce, bir yerini yýrtarak, beni Tayyip Erdoðan'ýn deðiþtiðine kimse inandýramaz, diye köþesinde avaz avaz tepinen köþe yazarý Fatih Altaylý, bugün Tayyip Erdoðan, TÜSÝAD ve medyayla anlaþýnca, Tayyip'i deðil yere göðe koymamak, giydiði elbisenin dikimi, modeli ve düðmeleri karþýsýnda secde etmekte!
Ekonomi ve siyasetin kimlerin elinde olduðu biliniyor artýk, bu ülkede yönetilecek pek birþey de kalmadý. Bir siyasi iktidarýn belki de yapabileceði tek þey "vahþi medyayý" düzenlemek, insanlýk adýna ülkeye ayna olabilecek tertemiz bir basýn, yayýn, gazetecilik ahlakýnýn yasalarýný çýkartmak, Tayyip Erdoðan medyayla anlaþtýðýna göre, ayný tas, ayný hamam, artýk yöneteceði pek birþey de kalmýyor.
Bu dünya bizim dünyamýz deðil. Bu düzen bizim düzenimiz deðil.. Biz bu düzenin kafirleri, sapýklarýyýz. Bizler yüz on barajýyla, küçük partiler içine sýkýþtýrýlýp zararsýzlaþtýrýlmýþ, küçük örgütleri, küçük gruplarý, küçük gazeteleri olan, kitleleri, örgütleri, yasalar ve medya tarafýndan katledilip, parçalanmýþ daðýtýlmýþ karþý bir zihniyetin çocuklarýyýz. Bu düzenle iþimiz olmaz.
Yüzde on barajý bizleri boðuyor, çaresizleþtiriyor diye, en aklý baþýndakileri dahi, oyumuz kayboluyor, oyumuza yazýk ediliyor düþüncesiyle daha da diplere itiliyor ve bir þekilde herkes yüzde onun üstündeki iþte bu fýrýldaklarýn dünyasýna girmeye zorlanýyor!
Bu ülkede tüm kitap okuyanlar tek bir partiye oy versek, sayýmýz beþ yüz bini geçmez, bu da yüzbir'i aþmaz, bu ülkede "yazý" okuyanlar tek bir partiye oy versek bir buçuk milyon eder, yine yüzdemiz yüzde iki'yi geçmez! Kitleler, cahil, asalak, habersiz býrakýlmýþlar!
Bizler baþka dünyanýn çocuklarýyýz. Oylarýmýz baþka fikir, baþka düþünce, baþka kanaatler söylemeye çalýþan küçük partilerin olmaya devam edecek. Bu ülkeye bir zihniyet sýçramasý, bir bilinç deðiþikliði yaþatacak olan yine bu küçük, okumuþ ve siyasetten ve medyadan kovulmuþ azýnlýktýr. Belki on bin, belki yirmi bin sapýk insanýz. Toplum dýþý insanýz. Ama sayýmýz kaç olursa olsun, bu dünyayý istemediðimiz, bu seçim, bu siyaset, bu medya dünyasýna tamamen ve kökünden karþý olduðumuzu göstereceðiz.
Hiç kimse oyumuzu alamaz. Tayyip gelecek diye Baykal'a, Baykal gelecek diye Ýsmail Cem'e, MHP gelmesin diye bilmem neye verilecek dalaveralý oylarýmýz yok. Ve bu tartýþmayý binlerce yýl ayný yerden tartýþmak istemiyoruz. Hangisi gelse deðiþen hiçbir þeyin olmadýðýný artýk bilmeyen bir insana, insan demek de mümkün deðil.
Kardeþlerim! Hepinizi yüzde onun çok altýndaki küçük partilere davet ediyorum. Oylarýmýz asla kaybolmayacaktýr. Bu dünyayý belki hemen deðil, ama yavaþ yavaþ, damlaya damlaya deðiþtirecek olan yine bu baþka düþüncelerdir. Kitlelerin, ülkelerin bilinçlerini, akýllarýný deðiþtirmesi çok uzun maceradýr. Bu akýl almaz gizli tanrýlarýn yönettiði dünyadan kitlelerin çýkmasý asýrlar alacaktýr. Ancak, sabýrla, yavaþ yavaþ bu karþý dünyayý hazýrlayacak fikirler, o küçük partilerin odalarýnda, gazetelerinde, dergilerindedir.
Barajýn üstündeki partilere, DYP'ye, Demirel'e, Mesut Yýlmaz'a giden milyonlarca oyun nasýl kaybolduðunu on yýllardýr görüyorsunuz, o halde, barajýn altýndaki oylar mý kayboluyor, üstündekiler mi?
Barajýn altýndaki oylar umuttur, yarýndýr, gelecektir, baþka dünyalardýr, hayaldir, sevgilimizdir, Anadolu'dur, insanlýk'týr!..
Bu dünyada aþklar yaþadýk ve güzel kadýnlarla seviþtik ve çocuklarýmýz oldu. Çocuklarýmýz acýyla, iþkenceyle hastalýklarla boðuþsun istemiyoruz. Çocuklarýmýz kerhane kapýlarýna düþsün istemiyoruz. Çocuklarýmýz mastürbasyon salonlarýnda düzülsün istemiyoruz. Çocuklarýmýz sabahýn üçünde SSK kapýsýnda hasta hasta bekleyerek ayakta ölsün istemiyoruz. Çocuklarýmýz bir slogan attý diye hapishanelerde çürüsün istemiyoruz. Baklava da yesinler, þeker de yesinler. Komþu çocuklarýyla ayný okullarda okusunlar. Ve çocuklarýmýz, senin, benim, sadece ülkemizin deðil, tüm insanlýðý, tüm tarihin dertlerini, acýsýný, edebiyatýný, dinlerini, sorumluluklarýný taþýsýn, duysun, öðrensin, bir daha kandýrýlmasýn istiyoruz. Dünyanýn binbir ikliminden her rengi tanýsýn, her kelimeden, her mýsradan yüzlerce renkli duygunun içine düþsün, onuru için, gururu için, insanlýk vicdaný için ölesiye kavga etsin istiyoruz. Aptal budalalar gibi Çiller'in, Derviþler'in, medya köpeklerinin, þöhret manyaklarýnýn peþinden koþmasýnlar istiyoruz.
Ama, üç kiþiyiz, ama beþ kiþiyiz. Ayranýmýz budur, yarýsý sudur. Seçim sandýðýný deðil, tarihi koyuyoruz önümüze. Krallar ayný krallar, adaklar ayný, kurbanlar ayný, köleler ayný ve rahipler ve borsalar ayný tartýþmalardan býkmýyor!

 
8126 gündür hayatta
Son güncelleme:30.09.2002 11:31
status
Hala içeri girmemiþsiniz... Gireyim
menu
... Ana Sayfa
... Konular

Tüm Başlıklar:

YANGIN

Yüzyıllardır bir kibrit kutusuna sığabilen sahil kasabası şimdi Türkiye'ye sığmıyor. Eski sakin kasaba, veba gibi, turizmin kırdığı bir kavim olarak dağıldı, kayboldu. Aslında Türkiye'nin uyuşuk kanı çekildi. Başka tür, delirmiş bir kan enjekte edildi. Hoş, zevkli, kudurgan, birazcık cenabet, modern bu kan, herşeyi alt üst etti. Bu delirmiş kan şırıl şırıl akıyordu ama, yeni ve başka bir oyunu besleyecek güç de bırakmadı. Tiyatro, eğitim, bilim, kültür, demokrasi, bölüşüm gibi hiçbir şeyi besleyemeyen bir kan türü. Dolar bu kadar kolay kazanılıyorsa, başka Tanrı aramaya ne gerek var, bütün sahilleri yalayıp yuttu dolar. Asırlardır yüzümüzü dönüp bakmadığımız mavi deniz, mavi dalgalar yeni gözdemiz oldu, zaten sıcak denizin kaltak karılar gibi güleç bir yüzü vardı. Kaybeden Anadolu toprağı oldu. Üç-beş yılda denizleri aldık, toprağı bıraktık. Türkiye son yirmi yıldır hızla topraktan sahillere taşınıyor!
Eskiden turistler zenci gibi hepsi birbirlerine benzerdi. İşte şimdi sahilde onlarca turist kadın sevgililerinden öpüşerek ayrılıp avrupadaki kocalarına dönüyorlar.
Aslında kasabalı başkan Veysel'i hiç sevmezdi. Uğursuzun gördüğü süt, yoğurt olmaz, derdi. Hiç değilse turist kadınların cami çeşmesinden su içmesi yasaklansın, istediler. Yıllardır karanlık kasabanın tek ışıklı yeri Veysel'in lokantasıydı. Lokanta dediğimiz de bir balık kızartır, yanındaki tabağını da otlarla doldurur. Kasabalı, terlikleri, eşarpları, şalvarlarıyla çekirdek çitleyerek, nihayet akşamlarını yeni keşfettiği, kasabanın tek ışıklı yeri Veysel'in balıkçı lokantasının etrafında sıcak yaz akşamları turladı, durdu. Sonra bir çay bahçesi açıldı. Birkaç pansiyon. Büyüdü, çok büyüdü. Işıklı lokantaya girip çıkan iki turist görünce, kasabamız kalkındı, geliştik, çok büyüdük diye ileriye dönük hayaller kurdular. Deniz kabuklarından kolye satan bir dükkan daha açılınca, bu iş bitti, diye sevindiler.
70'lerin kasabası bir küçük tahta iskele istiyordu, devletten. 80'lerde mendirek istediler ve yaptırdılar. 90'larda şadırvanlı bir camii ve meydana bir saat kulesi. Ama şimdi, onlarca kafe ve otelin beş kilometre uzağında dahi o eski kasabalıdan bir tekini bulmak mümkün değil. Yeni, eskiyi kökünden süpürdü!
Başkan Veysel konuşmuyor, herşeyi boğuntuya getiriyordu. Bu boğuntular kötü, zararlı değildi, çünkü kasabalıya avanta olarak geri döndü. Hani, başkanın fırıldaklı işlerini duymak istemiyorum, ama yan cebime koy, misali. Birkaç dönüm arazisi olan herkes servet sahibi oldu. Üstelik kimseden para tırtıklamadı başkan. Zamanla kasabanın yerlisi, İzmir ya da İstanbul'da yaşamaya başladı. Gelişen bu kasabaya yeni gelen köylüler ya pazarda çuvallarının başında birşey satıyor ya da ancak garson olabiliyorlar artık, geç kalmışlardı yağmaya!
Eski kasabalılar lazlar gibi birbirlerine bağırarak düşünürlerdi. Şimdi hiçbir şey bağırılmıyor. Düşünülecek şeyler birkaç kişinin ofisinde gizlice tezgahlanıyor. Yoksulluk hastalıktı. Kasaba hastaydı. Tedavi, turizmdi. Sahili bir şerit gibi, tepeleri sargı bezi gibi bembeyaz binalarla, devre mülklerle sarıp iyileştirdiler. İlk şaştıkları şey yabancı kadınların iki tane memesi olduğu. Bu birkaç kadını seyretmeye bütün kasabalı geliyor. Başkan Veysel plaja bekçi koyuyor, sık sık hopörlerden halka, işinize dönün, turistleri rahatsız etmeyin çağrıları yapıyor. Memeleri sereserpe sahile uzanmış kadınları gören ihtiyar kasabalı birkaç yıl kem küm etti, ama Özal herkese doları öğretti. Müthiş bir dolar neşesi mavi denizlerden çıkıp geldi, bütün geleneksel kasveti dağıtmaya yetti!
Bir küçük sahil kasabasının, köyünün diyelim, büyük bir müesseseye dönüşümünü hepimiz gördük. Şimdi oraya daimi yerleşmiş ve kışın dahi gitmeyen yabancılar belediye başkanından bale, tiyatro, istediğini TV'den görünce, yerimden fırlayıp "yahu oturun oturduğunuz yerde, başımıza iş çıkarmayın" diye bağırmışım. Veysel iri yapılı bir oğlandı. 12 Eylül öncesi ağbisi üniversitede solcular tarafından öldürüldü, bu da isim yapmasına sebep oldu. ANAP'a hayranlığından değil, rüzgarından tercih etti. Şimdi bakanların yanında beyfendiler gibi oturmasına bakmayın. O yıllarda mafyavari, parlak, simli bir takım elbiseyi bu kasabada giyen üç-beş fırlamadan biriydi. Bakkalında horoz şekeri, sarı kurabiye, kırık bisküviden başka bir şey olmayan bu sahil kasabasında basit bir miço da olabilirdi, ama rüzgar işte. Köylüler sabırlı ve yavaş insanlardı. Fısıltıyla konuşulsa dahi bu sessiz kasabada karşıdan duyulurdu.
Üniversite yıllarında tayini çıkmış bir öğretmen arkadaşım hamileydi, tayin edildiği okula gidip bir kağıt bırakmam gerekiyordu, tanışmam böyle oldu. Mesela o gün bir dosya ve bir kağıt bulamadım kasabada. Sessizlik katliam gibiydi. Gençler ya büyük gemilere miço yazılıyor ya büyük şehir hayali kuruyor, burada bir büfe sahibi olmak köşe olmaya yetecek denilse, kimse inanmazdı.
Oysa, sahilin onbeş kilometre arkasında birbirinden güzel cennet gibi bağlar vardı. Gizlenmiş bir cennet zaten! Düz çayırların içinde eski konaklar, ceviz ağaçları, kiraz ağaçları ve bülbül sesleri buralarda bir zaman yaşanmış sefahatin izlerini taşıyordu. İşte bu bağlara ünlü bir mafya lideri gizlenmek ve dinlenmek için sık sık geliyordu, adamı görünce neye uğradığımı şaşırdım. Çiftlik sahibinin iki yetişkin kızı kasabanın modern giyinen, mayo giyen tek sosyetesiydi ve Veysel'in lokantasında her akşam bir masaları hazır onları beklerdi. Sokağa çıktıklarında esnaf ayağa kalkıp bu iki sevimli kızkardeşi saygıyla selamlıyordu.
Bu kadar derin ıssızlık ürtükücüydü. Issızlık içinde ancak deliler ve korkaklar ve köleler mi yaşayabilirdi. Dışarıdan gelen şehirlerden bunalmış bir insan köyün sessizliğinde bir romans buluyordu belki, ama hepsi bu kadar. Çünkü kasabanın genç ülkücüleri böyle düşünmüyor, gireni çıkanı takip ediyor, kimlik soruyordu. Burada hergün pazar gününe benziyor. Beş-altı küçük, bir iki büyük tekne var. Bir yelkenli dahi yoktu. Küçük balıkçılar teknelerine fazlasıyla titizdi, günboyu kovalarla suyu döküyor, boşaltıyor, yeniden... Hiç kimsenin bütün bir yaşam boyu bu kasabaya dayanabileceğini sanmıyorum. O kısacık üçgün içinde bu teknelere bakıp durdum, kovayla su neden bu kadar dökülür tekneye, onu hala bilmem. Sessiz zamanın öyle ağır metalik bir gürültüsü vardır ki, kolunuz bacağınız bu sessizlikte korkudan eğilip bükülüyor, kamburlaşıyor. Kırkına gelmeden ihtiyarlamış gibi, büyük hayat sorunu da bu, silik bir resim gibi kırkına varmayı başaranlar, artık seksenine kadar aynı yaşta kalıyor. Ancak hiç kimse ağır ruhi çöküntü duymuyor. Çünkü havadaki nem, aynı nem, ruhunuza fazladan sıkıntı verecek başka şekil başka ses arasan da yok... İncecik rüzgarları var, vantilatör gibi.. Hergün birbirlerine çuvalla öykü anlatıyorlarmış gibi dükkan önünde habire konuşurlar. Minnacık tek sokaklı kasaba vıcık vıcık dedikodu kokar. Omuz omuza doğmuşlar ve omuz omuza yaşıyorlar, bu insanların sessiz dünyalarında yakası bağrı açılmadık bir yığın cinsel hikaye mutlaka var...
Dikkatimi ilk çeken Casus Sait'ti. Kasabada kimseyle konuşmuyor. Kayalıkların dibine gidip balık tutuyor, kendi halinde, gün boyu, bulaşık misina düğümü açmadan yorulmuyor. Uzun uzun ufuklara bakıyor. Kayaların altına giriyor, küçük sümüklü balıklar tutup yem yapıyor. Kasabanın içinden geçerken başı yerde. Kimseyle göz göze gelmiyor. Biri alaylı alaylı laf atsa, hemen adımlarını hızlandırır, tüyer. Besbelli kasabaya katılmadan kasabada yaşamak istiyor. Ota, böceğe, balığa, yalnızlığa, kayalara aşık bir meczup hiç değil. Kasabanın sert tokatını yemiş, ebediyyen susmuş biri. Köylünün kaltak dediği bir kadınla Casus Sait'i karısı, iş üstünde yakalatmış. Bastıran karısıydı ve baskın eski usul yapıldı. Yani, önde imam, arkada onlarca kasabalı Casus Sait'i çırılçıplak yakaladı ve bir oyun mahalle dayağı attı. Fakat bu yıllar önceydi. Küçük bir kasabada bir hata yapmak, bir insanı ömür boyu sakat bırakmaya yetiyor. İşte Casus Sait, ömür boyu sakat kaldı. Şimdi elinde aynayla karşı adalara sinyal veriyor. Bu ülkücülerin iddiası. Bu yüzden sık sık ihbar ediliyor, bu çulsuz, sefil adamın ifadesi alınıyor. Kardak Kayalıkları Yunanistan'la aramızda sorun olunca, Casus Sait ciddi ciddi tutuklandı. Gazeteler bu casusun fotoğrafını utanmadan bastı. Yani, casus lakabı, eğlence olsun diye takılmadı. Türk gazete manşetlerinde ne zaman bir savaş öyküsü başlasa, ilk işi ülkücülerin Casus Sait'in gizlice takip edilmesi.
60'lı yıllarda Drakula filmleri çok modaydı, açın mahalli gazeteleri her kasabada bir vampir yakalanıp hapse atılıyordu. 70'li yıllarda ülke siyasetten karışıktı, açın mahalli gazeteleri her kasabada bir komünist yakalanıp hapse atılıyordu. 80'li yıllarda PKK'li, 90'lı yıllarda her kasaba casusunu üretmeye devam etti.
Kasabada para kazanma arzusu, iştahı, utanç verici bir duyguydu, kim çabucak para kazansa ayıplanır, dedikodusu, çekiştirmesi bitmez. Herkes mesleklerini "el yordamıyla" işlerle kazanıyor, para kazanmaktan çok bu meslekler, vakit öldürmeye yarıyordu. Kasabanın arkeolojik bir değeri yoktu. Başkan Veysel'in yıllarca, her taraftan arkeoloji, uygarlık fışkıracağına inancı tamdı. Yıllarca sürdü yazışmalar. Buraya bir kazı heyeti getirebilseydi, kasabayı bir çırpıda kurtarabilecek, tüm dunyaya açacaktı. Aslında yoksulluktan kurtulmanın dokunaklı çabalarıydı bunlar.
70'li yılların sonunda Türkiye'de zihinleri allak bullak eden Dallas dizisiydi. Ama 80'li yılların ortasında bu kasabanın derin hayallerine Aşk Gemisi girdi. İçi kadın ve aşk dolu bembeyaz ve büyük bir geminin bu küçük köye uğrayacağını hayal etmeyen yoktu. İnanılmayacak bir gelişme, bu Aşk Gemisi biraz aşağılarda bir ilçeye kalkıp geldi, üstelik yüzlercesi geldi, şimdi dönüp bakan yok.
Eski başkan Veysel, çoktan otelleri, kooperatifleri elden çıkarttı, daha düzgün işler yapıyor, turizm işletmecilerinin başında ve arada bir onu TV'de görüyorum. 70'li yıllar boyunca birkaç bitli turist dediğimiz hippiler elinde gitarıyla geldi, gitti. Yirmi yıl aralıksız gelip giden bir İtalyan çift vardı. Sonra çocukları büyüdü, onlar da bu gizli, esrarlı kasabanın değişmeyen konukları oldu, hatta kasabadan bir aileydiler, çok derli toplu bir aileydiler ve akşamları ailecek vals gibi dansları pek ince pek zarif oynamaktan bıkmadılar. Ancak, kasabayı modernleştiren turistler değildi. Mafya kabadayısının iki kızı yanına başkanı alıp sahilde teftişe çıkıyordu. Kilot, don giyen köylüleri sahilden kovuyorlar. 12 Eylül bildirilerinin TV'de okunduğu günlerde kasaba hopörlöründen "iç çamaşırıyla denize girenler tutuklanacaktır..." anonsları hergün yapılıyordu. Ve sonra koca sahil bu iki kabadayı kıza kalıyordu. Kızlar, kasabalıydı ve kasabayı senden benden çok seviyor. Bir küçük vukuat dışında bir kötülükleri de olmadı. Kasabaya yıllar sonra şort, mayo, terlik satan ilk dükkan açıldığında, adamı öldüresiye dövüp kasabadan kovdular. Çünkü, zavallı adam bilmeden, büyük şehire gitmiş, bu kızların giydiği mayoların aynı renginden aynı şeklinde yüzlerce alıp gelmiş. Kasabada herkes aynı mayoları giymeye başlamıştı ve bu kızlar için dayanılır birşey değildi!
Mafyanın, çakalların, turizmin, marinaların, kredilerin yağmalanmasıyla bu sahil köyü bir hayvan gibi çok sık dayak yedi. Ekonomik başarı göstergesinin sebebi de, bu küstah gelişmelerin toplumun örf ve adetlerine hiçbir ayarlama yapmadan bir kanser gibi eskiyi kesip atması. Köy, turizm tarafından kıstırıldı ve dolar zenginliği çok pahalıya mal oldu. Bir anda herkes "kurnaz" oldu, köyü ite ite bir tomar yeşil doların içine sürüklediler! Eski, kapı dışarı edildi ve turistler yere göğe koyulamadı. Nihayet alışveriş tamamlandı ve neşe içinde köyü teslim edip mest olduk!. Sıcakla boğuşmanın yolu artık dünyanın her tarafından gelmiş pırıl pırıl içki şişeleri. Dalyarak bir kaç işletme ekonominin kahramanı oldu ve tarihin bütün sessizliği, kiri, pisliği yüzümüzden kaybolup, güçle, kuvvetle dolduk.
Sahillerde turistleri biz mi yatırıp düzdük, yoksa onlar mı bize evrensel bir tecavüzde bulundu, bu düşünce ben de "takıntı" haline geldi, yoksa, hiç uyanmamacasına kumsala uzanıp öylece kalakaldık.
Gençliğimde bir tayin meselesi yüzünden bir kaç gün mahsur kaldığım sahil köyünde inanılmaz bir dehşet yaşamıştım: Yangın. Kasabaya girdiğimin daha üçüncü-dördüncü saatinde, sessizlik, sıkıntı beni bıçaklamıştı. Tüm mutlu insanların, esnafın, halkın birden "yangın, yangın" çığlıkları, bağırarak koşturmaya başlamaları ve genzimden giren dumanın kulaklarımdan çıkmaya başlaması beni korkudan öldürüyordu. Dükkanlar, sokaklar birden boşaldı. Şimdi dükkandan içeri girsem kimse görmeden her malı alırım. İhtiyarlar, kadınlar, çocuklar kafileler halinde yangın yerine doğru harekete geçti. Meğerse, burada hergün bir yangın koşturmacası olurmuş, ama nasıl feryatlar, nasıl panik!
Yangın mahallini anlatayım, altı rakamını coğrafik olarak düşünün, altının karnı denize doğru yarımada, iki kilometre uzunluğu, yarısı denize gömülü yumurta şeklinde bir büyük kaya, üstünde binlerce bodur ağaç. Altının kuyruğu kasabayla ince uzun yol.
Sessizlik yangın bağırışlarıyla bozuldu. Yangın aslında toplumsal bir hareket, toplumsal bir kaynaşma. Konuşulacak bir konu. Kasabanın sessizliğini iyi ki bozan gündelik macera. Her yaz mevsimi on-onbeş koşturmaca yaşanıyor. Yumurta adadaki küçük ağaçların, çalılıkların yanması da önemli değil, ancak, köyün sırtını verdiği yüksek ve sıralanmış tepeler, yemyeşil. Aşağı Ege'deki gibi kızılağaçlar hiç değil, uçsuz bucaksız sık ormanlarla dolu. Rüzgar çalıları yangın topu gibi tepelere fırlattığında, yüzlerce kilometre yangını hiçbir gücün durdurması artık mümkün değil. Yangın, arkasına güçlü rüzgarları almadan hemen söndürülmek zorunda. Seferberlik şart. Yangın korkusu, telaşı, kasabanın ruhuna öyle derin işlemiş ki, herkes herşeyi unutup koşuyor. Sadece birkaç ihtiyarın hatırladığı eski büyük yangın insanların hala tüylerini tir tir titretiyor. Ayaklarıyla ve orada buldukları çalı sopalarla söndürdükleri yangın yerinden çoğu zaman ayrılmıyorlar, ayakkabılarını kaybediyorlar, tek ayak üstü kızgın kayalar üstünde sekerek ayakkabının teki aranıyor. Ve kömürleşmiş bir kedi, bir kuş etrafında kalabalıklaşan halk, acıyla bu trajik ölüm sahnesini seyrediyor. Yangının ada üstünde bir çalılıktan diğerine sıçrayarak büyümesi hem paniği hem şenliği büyütüyor. Çok uzaktan bakanlar ağızlarını ballandırıp "bak bak ta nerelere uzandı!" Yangından sonra ada acınacak bir hale geliyor. Ama kasabalı öyle değil, onlar bir ayinden, bir zaferden döner gibi mutlu ve şen dükkanlarına dönüyor. Yangın, bayrama dönüşmüş bir galeyan gibi. İhtiyarların çoğu eski bir alışkanlık yazın dahi demir pençeli sert ayakkabılar giyer, at gibi koştururlar. Hayret ediyorsun. Dükkanların önünde bekleşirken incecik kaburgaların altında ürkek bir tavşan var sanırsın, ama yangın bağrışmasıyla her biri kılıç sallayan bir Karaoğlan'a dönüyor!
Kasaba elden gidiyor siz ucuz bir lokanta arıyorsunuz, bu düşünce de vicdanınızı tutuşturmaya, ezmeye yetiyor! Olup biteni benim gibi dışardan izleyen misafirin aklına hemen: "Yahu kardeşim, kayalığın ortasına su borusuyla uzatılmış bir fıskiye koyun, bunlar olmaz" gibi bilmiş fikirler geliyor, kasabalının çok eski, bu curcuna yöntemiyle dalga geçip, cahilliğe bin defa isyan ediyorsunuz. Ama, tuhaf bir toplu jimnastik de diyebiliriz. Her defasında sert ve derin bir korku düzeni. Ya kasaba kökünden yanarsa. Ya, yangın topları tepelere sıçrarsa. Her an böyle sert bir korkuyla yaşamak, kasabalıyı, diri, canlı, işbirliği içinde ve tetikte tutuyor. Çünkü, yangın, kasabaya ya da tepelere uzandığında kaçacak, firar edecek yer de yok, topluca ölünecek, ya da bütün ahali denizin içine girip bekleşecek.
Ve yangın harladıkça, kasabanın ihtiyar kadınları kapıya çıkıp ağlaşarak, dizlerine vurarak korku içinde hüngür hüngür ağlaşıyor, rüzgar çıkmasın diye dua ediliyor. Benim gibi dışardan gelen misafir, dün de, önceki gün de bu yangını yaşadınız daha niye korkuyorsunuz diye kasabalıyla alay edebilir!
Ama bu nasıl korku, her yangın başladığında kasabalı taşınacak, hemen kaçırılacak yükte hafif pahada ağır eşyalarını hızla kapıya çıkartıp bohçalıyor... Bir şömineye dönüşen kasabanın o an içinde değilseniz, bu korkuyu anlayamazsınız!
Kasabanın siyah pardesü giyen ihtiyar kadınları pek sevimli, içlerinde yalnız Seher teyzeyi tanıdım, hergün bir fıkrası anlatılır. Seher teyze yalnız yaşıyor. İş eşarbının altında karmakarışık saçlarının gürlüğü sağlıklı ve ateşli bir heyecan taşıyor gibi. Birgün başkana çıkmış, telefonunu biri açıp "dudağını emeyim, memelerini yalayım" deyip kapatıyormuş, her akşam. Halk telefon sapığıyla paniğe kapıldı, başka kadınlara gizlice soruşturuldu, Seher teyzeden başka kimse rahatsız edilmiyormuş. Eşarbının içine sığdıramadığı, gür kara saçlarının Seher teyzeye bir oyunu olmalı bu.
Seher teyze bir gece geç vakit eve gelmiş, her yer karanlık, çok korkmuş. Ertesi gün başkana çıkmış: "Niye elektrik direği takmıyorsun ortalık aydınlansın. Kadın kısmı sokağa çıkamıyoruz" diye şikayette bulundu. Başkan "Yine ne oldu Seher teyze?" deyince, Seher teyze: "Gece vakit sahilin kenarından geliyorum, dalgalar ayağıma çarpıyor, orada biri çıksa karşıma, dalgaların üstüne yatırsa beni, çatır çatır bir güzel .ikse, ne olacak başkan!" diye bağırmış. Başkan şaşırdı, sonra güldü. Tüm kasaba "çatır çatır" lafına takıldı. Ne güzel bir düş çatır çatır, ne güzel Türkçe, çatır çatır... Hayattan zevk isteyen derin bir heyecanı anlatıyor: çatır çatır!
Batılı kadınların pervasız cinselliğini övüp övüp durmayalım. Türk kültürünü iyice yoklarsak, Türk kadınlarının cinsellik konusunda başedilmez olduğunu görürüz. Bakın, Türk radyolarında aralıksız çalındı ve bir zaman bu ülkede en çok sevilen türkü oldu; hemen herkesin ağzındaydı: "Ceviz oynamaya geldim odana".. Üstelik çok asil, çok hanımefendi bir sanatçımız Muzaffer Akgün meşhur etti bu türküyü. Şimdi soralım, odada ceviz oynanır mı? Hangi cevizi oynamaya gelirmiş odaya. Belki topraklarımızın en müstehcen, en ayıp en pervasız türküsü. Kadınlarımız yıllarca odana ceviz oynamaya geleceğim diye bağırdı, yırtındı, duymadık. Şimdi gemi dolusu Avrupalı kadın, otellerimizde gencecik delikanlılarımızla ceviz oynamaya geliyor.
O yılların meşhur sivrisineğini de unutmamak lazım, bir atasözü gibiydi: "Yaz gelince sivrisinek yabanbaşlı kurt olur!". Yüzbinlerce garson çocuk turistlerle değil, sivrisineklerle sabahlara kadar uykusuz savaş verdi. Sivrisineklerin her biri turizmi baltalayan PKK'li suikastçılardan daha beterdi.
Garson çocukların işten atılma korkuları öyle derin ki, maaş almaya dahi utanırlar. Temiz yürekle başladıkları işlerine işkenceyle devam ederler. Bu çocuklar sadece uyurken ve ekmek yerken biz insanlara benzerler. Aslında genç çocukların bildiği tek şey var, şefin, amirin suyuna gitmek. Ülkeye döviz sokuyoruz lafı, dahiyane bir dolandırıcılık, artık ucuz işçiler çalıştırır, istediğinizi kovarsınız. Köle tüccarlığı. Kandan değerli dolar. Birkaç gün önce sırf ishal oldu diye genç bir garsonu işten çıkardılar. Geçtiğimiz hafta üç-dört garsonu, izin almadan, yangına koşturdular diye işten çıkardılar. Yanan çalıların, yaprakların çıtırtısı, boğucu dumanı, alev harlandıkça ağaçlara bir boa yılanı gibi sarılıp kül olana kadar gövdeye sarılması, yüzlerce bodur ağacın bir anda kömür olup hela süpürgesine dönüşmesi, çığlıklar, bağrışlar, alevler sıra dağlara yayılacak korkusuna garsonlar dayanamayıp kızıl kıyametin içine daldılar. Niye izinsiz gittiniz, devletin itfaiyesi yok mu, size mi kalmış, yangın yerinde kalabalıktan başka ne yapacaksınız diye fırça yiyip, kovuldular... Orada görev yapan savcı arkadaşımdan dinledim, bunları.
Kumsalı şezlonglar ve şemsiyelerle işgal etmiş büyük otellerde elliye, yetmişe yakın personel çalışır. Sıcak, korkunç bir fırın burda. Çalışmayan çocuklar sıkıntıdan patlar burada. Garsonluk kürek mahkumluğundan beter. Bir sabah erken vakit, sahile, hepsini asker gibi dizmiş müdür. Teftiş. Müdür, bir sömürge valisi gibi. Aslında dramatik bir tören. Müdür, biraz sonra, İstanbul'dan getirilmiş insan kaynakları uzmanının vereceği seminerin ön konuşmasını yapıyor, fırçalarını da atıyor. Garsonlar, ince, uzun, kara ve yağız çocuklar. Müdürün sert konuşması bir infaz töreni gibi. Bağırıyor, hesaba çekiyor, aşağılıyor, işten atmakla tehdit ediyor: "Bir dakika yerinizden ayrılmayacaksınız, bir saniye ayrılmayacaksı... Tamam mı lan?". Hepsinin başı yerde. "Sağa sola koşturmayacaksınız.. ayakaltında kalabalık yapmayacaksınız... tamam mı lan?".. Başlar önde. "Bir daha söylüyorum, iş yoksa esas duruşta kımıldamadan beklenecek. Bir resim gibi bekleyeceksi... Anlaşıldı mı lan?".. Başlar yerde. Az değil elliye yakın delikanlı. Bölük askerleri gibi, iki sıra dizilmiş. Müdürün hakaretleri yenilir yutulur değil.
Müdür bir yığın laf kalabalığını bitirip: "Her sabah sekizle on arası seminer devam edecek, herkes iyi dinlesin. Herkes adam olacak! Peşin söylüyorum, kapı orası!"
Dünyanın hiçbir ordusu bu kadar disiplinli asker bulamaz. Bu çocukların yukarıdan aşağı üstlerine işesen yine başlarını öne eğerler!
İnsan kaynakları uzmanı, müdürün yerini aldı. Kim uydurmuş bu mesleği, adam tam bir hödük. Ama, nezaketle konuştu. Sonra, bir tiyatro artisti gibi, coştu. Garsonlardan birine, daha yeni işe alınmıştı bu sabah, adı Cemal "Sen şu şezlonga uzan, turist ol!" dedi..
Cemal koşarak geldi, şezlonga uzandı. Uzman, dersini hikayelerle ve skeçlerle anlatıyordu, Cemal'e: "Şöyle turist gibi poponu güneşe çevir!" dedi! Cemal, utandı! Poposunu çevirmedi. Hazıroldaki tüm garsonlar güldü. Uzman ikaz etti: "Oğlum, laf anla, ben garson olacağım, sen turistsin, beni çağırdın, geldim.. Ama sen götünü dönmüş yatıyorsun, çevir şu götünü!".. Cemal götünü çevirmedi. Uzman sinirlendi: "Kalk lan.. Alın şunun önlüğünü, kesin yevmiyesini..." Daha yevmiyesi bile olmamıştı Cemal'in. Cemal bir anda işsiz kaldı.
Başka bir garson çağırdı. Sıradaki koşarak geldi, "uzan" dedi, garson asker gibi uzandı, dön, dedi, garson çocuk, götünü arkaya verip döndü..
Uzman, rolü gereği, elindeki servis tepsisinden bir bardak içkiyi turist taklidi yapan garsonun yanıbaşına koydu. Ve dizili garsonlara bağırdı: "Doğru mu bu?".. Garsonlar esas duruşta: "Hayır!" dedi. Uzman, "neden?" dedi. Garsonlardan biri: "Yüzü dönükse göremez, aniden dönüp içkiyi devirebilir, göz ve el kol mesafesine koymalı. Burnunun dibine bırakmamalıyız!".. Uzman: "Aferin, yerine geç!"
Uzman yeni bir oyuna başlayacak, tiyatral bir tavır aldı. "Arkadaşlar. Şimdi turist çok gergin. Hiçbir şeyi beğenmiyor. Yani bela. Aksi bir kadın. Şimdi bunu çalışacağız. Aksi turisti ben oynayacağım!" deyip, garson rolü oynayacak sıradakilerden birini çağırdı!
Hödük, taşkafalı uzmanın aksi turist rolü oynaması ayrı bir hikaye konusu, 17. yüzyıl tiyatrolarından uzun bukleli peruğu olan bir leydi gibi oturuyor, yavaş ve zarif el kol hareketleri yapıyor, yelpazesini açıp kapatıyor. Onu bunu beğenmiyor, azarlayıcı bakışlar fırlatıyor. Uzman rolüne kendini kaptırdı, tam bir leydi olup, kendisini kaybetti. Bir bölük garson gülmemek için kendini zor tuttu. Uzman, turist rolünde bağırıp çağırdıktan sonra, garson rolündeki garsona kaş göz yaparak, hadi rolünü yap işareti verdi. Garson kazık gibi suratına bakıyor. Zavallı garson, hergün binlerce kez tekrarladığı şeyi, şimdi rol olunca şaşırdı. Donakaldı.
Uzman, şezlongda doğruldu, şimdi tam aksi bir adam gibi bağırdı. Yeniden seminerci rolüne girdi: "Bak evladım. Siz bir kahramansınız. Ülkenize döviz getiren bir kahraman. Aynı zamanda turistleri baştan çıkaran yakışıklı çocuklar.. Ne dedi müdür bey, resim gibi.. Resim gibi. Sizler üstün yetenekli insanlarsı... Her zaman esas duruşta kazık gibi durmayacaksı... Yüzünde duygu dolu ifade olacak. Sert bir tebessüm, erkeksi.. Turist o duyguyu görünce, değil içkiyi, seni bile talep edebilecek, ama buna ceraset edecek yumuşaklık bulamayacak. Turist bağırdıkça, kutsal bir saygıyla seve seve o resim yüzünü bozmayacaksı... Tamam mı arkadaşlar.. Bir daha deniyoruz, başlıyoruz!"
Uzman yeniden aksi turist rolüne girdi, sinirlendi, bağırdı, garsonlar bu semineri pek eğlenceli bulup kikirdedi. Rol sırası garsona geldi. Zavallı çocuk yine şaşırdı. Uzman çok inatçı. Tekrar aynı oyunu oynadı. Garson yine... Hergün binlerce kez yaptığı şeyi, rol olunca, birden kalakaldı. Uzman çocuğu kovdu, başkasını çağırdı. Yeni gelen çocuk da rolünü başaramadı, sıkıntı bastı...
Uzman azarlayarak bütün garsonlara çıkıştı: "Evladım bunu hergün yapıyorsunuz, şimdi niye yapmıyorsunuz, delirtmeyin beni, bilmediğiniz birşey sormuyorum size, garson olacaksın, garson, sen garson değil misin zaten!"
Bu rol işkencesinin sonsuza kadar devam edeceğinden korkan tecrübeli, yıllanmış garsonlardan biri el kaldırdı: "Müdürüm, isterseniz siz garson olun, biz turist!".. Uzman: "Neden?" dedi. Garson korku dolu bir heyecanla: "Daha iyi öğreniriz..?"
Belki de garson çocuklar ezberledikleri görevlerini kendilerini unutarak yıllardır yapmışlar, ama şimdi, kendilerini bir film artisti gibi karşıdan görünce, ilk defa kendilerine karşıdan bakma şansı buldular, şaşırdılar. İncelenmesi gereken bir konu. Ya da, emredici, buyrukçu, aksi roller her zaman kolay oynanır. Ama, buyrukçunun karşısında ezik, aşağılık, çaresiz, zavallı roller her zaman zordur. Belki de genç yakışıklı garsonlar, garson olduklarını unutarak çalışıyorlar, şimdi hatırlayınca, bir varoluş hesaplaşmasına giriyorlardır, bilemem. Belki de rollerini görünce, hayatlarında ilk defa ne yaptıklarını şimdi düşünüyorlar! Uzman, çok yanlış bir ders verdi, köpeklere düşünme şansı verdi, kafalarını karıştırdı, en iyi bildiklerini dahi unuttular!
Uzman, dersi götüremeyeceğini anladı, garsona bağırdı: "Kahve getir, kafam şişti!" deyip, kendini kumların içine attı. Uzandığı yerden dersine devam etti: "Arkadaşlar, bu aksi turist oyunundan çıkartacağımız ders şudur. Bu müessesede asla aksi turist olamaz. Turist kapıdan girdiği andan beri çok mutlu olmalı. Herkes güleryüzlü çünkü, hiçbir şeyi eksik değil, hiçbir şeyden şikayetçi değil. Bir olumsuzluk, pislik, görmeyen turist asla aksi olamaz. Eğer turist aksileşmişse, onu tedavi etmek mümkün değildir. Bu kadar deniz, güneş, kumsal ve hizmetten sonra hala aksi kalan turistten daha bela, müessesemiz için daha zor bir durum düşünülemez... İşte bugünkü dersimizin ana fikri budur. Hiçbir şekilde hiçbir turist aksi olmayacak. Onu aksileştirecek hiçbir şey yapmayacağız!
Bu son cümleye kadar, uzmana, bir maymun, bir manyak gözüyle bakan bir bölük garson bu inanılmaz dersin sonucu, bir alkış tufanı koparttı. Ders başarıyla sona erdi. Garsonlar, hayatı ve mesleklerini biraz daha derinden, ayrıntılarıyla öğrenmenin gururuyla rap rap görev yerlerine dağıldı.
Biraz önce işten kovulan Cemal, elleri önden bağlı, başı önde utana sıkıla müdürün önüne çıktı: "Yatacak yerim yok. Buraları bilmem. Buraları tanıyana kadar bir şans verin. Bedavadan birkaç gün çalışayım" dedi. Müdür, hiç konuşmadan, hiç yüzüne bakmadan, elinin tersiyle "hadi hadi" deyip, Cemal'i uzaklaştırdı. Cemal, yeniden saf bir cesaretle müdürün önünü kesti: "Ben tiyatro olduğunu bilemedim?" dedi.. Müdür, ne diyor bu çocuk diye, ayaküstü ilgilendi..
Müdür, Cemal'e: "Ne tiyatrosu!..".. Cemal: "Ben sandım ki, yatırıp .ikecek!".. Müdür gülmekten yerlere yıkıldı. Uzman neler oluyor diye yanına geldi, uzmana anlattı, birlikte güldüler. Diğer garsonlar olup biteni uzaktan duyup, onlar da katılarak güldüler.. Müdür, Cemal'in saflığını çok sevdi.. Uzmana dönüp: "Ya çok zavallı, çok saf, mutfağa verelim birkaç gün!" dedi.. Uzman hiddetle karşı koydu: "Bu zekada bir çocuk sistemi alt üst eder, alamayız!" dedi.
Üç-dört hafta önce kasabadaki büyük yangını bütün Türkiye televizyonlarından duydu. Elli altmış yıl sonra ilk defa yangın, helikopterlere, itfaiye araçlarına ve ellibin nüfusa rağmen yerinden kopup dağları tutuşturdu. Sıradağlar günlerce cayır cayır yandı. Bugüne kadar hiçkimse hiçbir zaman kafasında böyle bir yangını canlandıramazdı. Kasabanın yeni sakinleri dünyanın sonunun geldiğini sanıp teknelerle kaçmaya çalıştı. Yangın yine küçük adada başlamıştı ama bu sefer ne rüzgarı, ne alev yalımlarını durdurmak mümkün olmadı. Her zamanki gibi, ateşin zayıflayıp külleneceğini bekleyenler aldandı. Ağaçların her biri yangın bombası gibi patlayarak alev püskürttü. Akla hayale sığmayacak bir alev yalımı tüm adanın üstünde yılan gibi kocamanlaşıp göklere uzandı, burada olup biten herşeyden intikam alır gibi. Alevin yalımları teknelere sıçradı, sokaklara sıçradı ve beklenen korkunç son geldi, alev tepeleri sardı, yirmi-otuz kilometre gerilere doğru yola koyuldu. Heybetli dağlardan geriye çürük diş misali onbinlerce közlenmiş ağaç kökleri kaldı. Ateşten taşlar çatladı, cehennem dediğimiz de taş çatlasa bundan fazla birşey değil. Yüksek tepeler kömürden bir usturayla tıraş edilmiş gibi kelleşti. İnsanlar nasıl debelendi, nasıl yırtınarak bağırdı, çırpındı. Söndürmek mümkün değil. Alevin cayır cayır kanlı dili sıradağları başından eteklerine kadar gece gündüz yaladı, kavurdu. Otuz-kırk kilometre arkadaki köyler dahi boşaltıldı. Helikopterler geldi, yöredeki tüm itfaiyeler geldi, nafile!
Karanlığın içinde yürümeyi en iyi bilen yangın. Yangın sabaha dek dağları üç adım koşucusu gibi atlaya atlaya kömür etti. Gerçek bir cennet, tam bir cennet, kusursuz coğrafya, bir anda cehenneme döndü.
Artık kim varsa uzman, mikrofon tutuluyor... Yöneticiler TV'lerden tüm Türkiye'ye devlete veryansın bağırıyor: "Devlet helikopter göndersin, koca devletin yangın uçakları nerde, koca turizm beldesinde iki itfaiye ne yapabilir. Devletin hantallığı... Devletin çaresizliği..."
Ekran başından bu feryatları izlerken, sizler gibi benim de aklımdan, elli yıl o iki bin kişilik kasaba bu yangını nasıl durdurdu, şimdi siz elli bin kişi ve askeri ordular gibi uçaklar, helikopterler, nasıl durduramıyorsunuz...
Közleşen çalılıkların, ormanların külü, kömürü içinde daha nice sorular alevlerden daha kızgın, cayır cayır beynimizi yakıyor!
Dağda kurtarma çalışmaları yapan bir kaç kişi öldü. Ancak, adada da bir cesed bulundu, kömür. Savcı bunun telaşında. Ölen turist ise... Elçiler, oteller, pasaportlar, bütün listelere bakıldı.. Ölen turist ise, turizm baltalanacak, bunca çaba boşa gidecek.. Bir turistin ihmal sonucu ölmesi Tanrı'nın yakılması gibi korkunç bir günah. Bu kömür cesed kimin.. Savcı kömür cesedin kime ait olduğunu çözemedi.
Bir zaman sonra, kömürden cesedin yanında bir demir karyola bulundu. Bu kayalıklar içinde kimse yürüyemez bile, uyumak mümkün değil. Karyolayı soruşturdu. Bu karyola, otelden getirilmişti.
Cemal, birkaç gün sahilde uyuyakalmış, otelciler ve tekneciler tarafından kovulmuş. Yatacak yer bulamamış, oteldeki hemşerisinden biri ona, kırık, kullanılmayan eski bir karyola vermiş. Gecenin bir vakti sürükleyerek getirip, kayalıkların üstüne...
Savcı arkadaş telefonda anlatıyor, Cemal'in karyolayı yerleştirdiği yerden kasaba nasıl güzel görünüyor, kumsal, ışıklar, oteller, turistler tam bir cennet. Ve, dedi, kasabanın gürültüsüne rağmen adanın bu bölgesi inanılmaz sessiz, öldürücü bir sessizlik var, dedi...
Ne diyelim şimdi Cemal'e.. Sarılamadık ona. Ama alevler kollarını doladı boynuna.. O da isterdi kalabalığına karışmak kasabanın... Kendimizi, beynimizi çok zorlasak da, Cemal'i anlayabilir miyiz... Cennetin tam ortasında cehennemin içine düşmek, nasıl birşey...

Link ver   
 

LADİN ORMANLARI

Karadeniz otoyolu etap etap hizmete açılacak, ancak, yolun tam olarak bitmesi 20-30 yılı alacak. Dünya coğrafyasının en nadide bu eşsiz sayfası tarihe gömülürken hem suskunuz, hem de artık yapılabilecek birşey kalmadı. Yol çalışmalarını izlediğinizde eşsiz doğa parçası karşısında müteahhitlerin tam bir canavar yöntemi izlediklerini görürüz. En ucuz, en kısa yoldan yolu tamamlamak için doğanın en güzel yerlerine merhametsizce saldırıyorlar. Yerkürenin ilk kurulduğu günden beri tüm kültürleri büyülemiş, Allah'ın ve doğanın eşsiz manzaraları, tarihe karışıyor. Kumsal yok oluyor. Koyulan mendirekler yeniden kum tutmaya başladı, cici sahilimiz oluştu diye seviniyor aptallar. Beş yüz kilometrelik denizi yüzmetre ileriye atacaklar... Nasıl atacaklar, dünyada örneği var mı? Tabii ki bataklığı bizden sonraki kuşaklar görecek. Doğanın yüzbinlerce yılda oluşturduğu enfes koylar, enfes küçük kayalıklar hiçe sayılıyor. Her biri dünya güzeli sahil kayaları yerine kaya parçaları dökülüp, asfaltın altına gömülüyor.
Karadeniz sahili artık İstanbul'un Sultanbeylisi, Ankara'nın Lalahan'ı oldu, bu kadar biçimsiz, tiksinti verici bir çirkinlik. Eskiden insan o yollara düşünce doğanın güzelliğinden için için ağlardı, şimdi, utanarak, mideniz kalkarak geri dönüyorsunuz. Duyan, gören yok. Türk tarihinin gelmiş geçmiş en büyük inşaat alanına medyanın, yazarların ilgisi hiç yok. Çünkü cahiller bilmiyor olup biteni. Müteahhitler Karadeniz'i cehenneme çevirdi, gören yok. Ses çıkartan hiç yok. Sahil yolu yapıldığında geri zekalı ve aptal kitleler ne güzel yolumuz oldu demeye şimdiden hazır. Bu yeni yapılan asfalt yoldan İspanya'da, İtalya'da hatta ırak'ta yüzbinlerce kilometre bulabilirsiniz. Bulamayacağımız ve burayı eşsiz yapan, dağların dik olarak denize inişi. Ve ormanla kaplı bu güzelliğin dalgaların içine kadar gömülmesi. Kaybolan bu güzellik. Karadeniz sahillerini güzelleştiren ormanla dolu dik dağların denize hücumu, şimdi, tam denizle dağ arasında elli metrekilk düzlük çekiyorsunuz. Bu inanılmaz, mucizevi doğayı alalade bir Malatya, bir Konya yoluna çeviriyorlar. Karadeniz'in bütün coğrafyalardan üstün, çarpıcı, güzelliği asfalta arabaara, koçlara kurban edildi. "Kalkınma, ilerleme, bina, beton" üzerine beyinler öyle yıkanmış ki, düz bir beton gören, kapkara asfaltı gören kalkınıyoruz diye seviniyor. Eşsiz doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu güzellikleri kimse umursamıyor. Dayanılacak gibi değil.
Karadeniz manzaradır, manzara yokedilmiştir. Karadeniz sahile gümbür gümbür inen dağlardır, dağlar yokedilmiştir. Karadeniz binlerce küçük koyuyla eşsiz, esrarlı güzellikler taşır. Bu minik koylar tamamen kayayla örtülüp, yokedilmiştir. Buna can dayanmaz. Çevre örgütleri, medya, yazarlar suskun, çünkü, ülkelerini, güzelliklerini okumamışlar, görmemişler, bilmiyorlar! Bu kadar cahil oldukları için patronları bunları parayla köpek yaptı gazetelere, TV'lere!
Yani, bugüne kadar, para, ya da fırsat bulup Karadeniz'e gitmemişseniz, Karadeniz'in coşkulu ormanlarının dalgaların üstüne hücumunu görmemişseniz, artık olup biteni kitaplardan okuyacaksınız. Hiçkimseye güzellik gösterecek yer kalmadı. İşte herşey siz yaşarken, siz TV programlarını, o sanatçıları, o gazeteleri okurken oldu. Sizler bu ülkede nefes alıp verirken, elinizden coğrafyanız alındı. Herkes sorumlu bu alçaklıktan. Duymadınız. Ne diyeyim ben size.
Yüzlerce alternatif taşımacılık dururken, her yatırım, her kalkınma hamlesine otoyolla başlamayı isteyen kimlerse artık, sahilleri oydular, değil insanları susturup öldürmek, mapuslara tıkamak, artık dağları, coğrafyaları imha ettiler. Kapkara ormanlarla dolu dağ başlarını kelleştirip kaya ve beton yığını yaptılar. Alkışlayın bu kahramanları, onların gazetelerini alın, onların gazetelerinde yazar olun, onların otomobillerine binin.. Binin, binin..
Ben geçimini sağlayamayan bir yazarım, gücüm, kuvvetim nedir, bir yazmayla olacak iş mi bunlar. Yazmanın çizmenin hiçbir işe yaramadığı büyük bir medya işgalinin sonucunu izliyorsunuz. Özgür basın, bağımsız yazarlığı hiçe saymanın sonuçlarını okuyorsunuz. Önce gazetelerinizi, TV'lerinizi elinizden aldılar, sonra dünyanın en eşsiz doğa parçasını toz toprak çakıl taşına çevirinceye kadar unufak ettiler! Olsun canım, siz de gider Rodoslar'da tatilinizi geçirirsiniz!.
Kimseye kızacak, karşı koyacak gücüm kalmadı.. Bu merhametsizlik karşısında kemiklerim hamur gibi, mecalim kalmadı. Şimdi çok iyi anlıyorum, insanlara, gurur, onur, bağımsızlık, güzellik duygusu öğretmeden, yatırım, kalkınma, ilerleme anlatmanın tam bir zebanilik olduğunu..
Bu faciayı geçen yıl yazdım, tek bir köşe yazarı ilgilenmedi, tek bir yazar ilgilenmedi, yazarlığı bırakacağım dedim, inadım inad. Birçok köşe yazarına olup biteni özetleyip gönderdik. Sayfalarında yer açmadılar. Bu kadar eşsiz güzellik taşıyan coğrafyayı bu aptallara teslim edince, olacağı budur. Demek ki, onu bunu köşeyazarlığı atamak, tayin etmek, basit bir torpil konusu değil. Duyarlı olmak, coğrafyayı tanımak, bütün bu soylu terbiyelerden geçmeden insanların eline kalem vermek tam bir canavarlık! Bir küçük haberi hala çıkmıyor!
Bunlar nasıl ekmek yiyor, bunlar bizim gibi normal insanlar gibi çay içiyor, çocuklarıyla konuşabiliyor mu? Hadi siz alın bu kalemi. Siz söyleyin. Peki neden bu kadar mahkeme açılıyor bana. Ülkemizde olup bitenleri söylemek suç mu? Neden önümüzü kesmeye çalışıyorlar. Bunları söylediğimiz için bizleri paramparça etmeye uğraşıyorlar, dergimizi, bölüyorlar, adamlarımızı ayartıyorlar, her türlü entrikalar deniyorlar. Yaşamımıza izin vermiyorlar.
Şimdi bana söylenen şu. Sen bunları söyleme, seni Nazım kadar şöhret yapalım. Ne yapacağım. Susacağım. Ulan, sanki elimde kimsenin bilmediği derin devletin gizli raporları varmış gibi. Gördüğümü herkes görüyor, sadece kimse yazmıyor, çünkü bütün dergiler, gazeteler işgal altında. Otobüse binip gidin, siz de görün.
Çok gizli belgeleri ele geçirmiş bir gazeteciymişim gibi bana teklifte bulunuyorlar. Hiç gizli belge yazmadım, çünkü, gizli belgelere ulaşacak kadar gücüm, kudretim, adamlarım olmadı. Demek ki, hasbelkader derinlerden haber alan gazeteci türü olsak hiç dayanamayacak çekip vuracaklar bizi.
Bütün bilgilerimizi toplayıp yeni baştan konuşalım. Dağlar, kapkara ve sık ormanlar, geniş ağaçlar, deniz ve dalgalar iri kaya ve iri dağ gövdeleri, bunlara tabiat denir, insana yücelik, güzellik derinlik gibi ilahi duygular verir. İnsanlar, Tanrıya, ötelere, coşkuya, estetiğe, çalışmaya, aşka, buraları görerek, yaşayarak ulaşır. Ey benim aptal milletim. Coşkuyla didinip çalışan fırtınalı ruhları bu muhteşem tabiatın rüzgarları ve güzellikleri yaratır. Bu aşk dolu, coşku dolu sahilleri, ormanları ırmakları göstermezsek, insan yetiştiremeyiz. İnsanlar eğitimini, tabiatın muhteşem bu esrarengiz ve kıran kırana heyelarından, rüzgarlarından, dalgalarından, bulutlarından alır. Bu beton yığınlarından neyi alacaklar! Ulusoy'un, Koç'un arabaları satınca bok mu olacak! Bok çuvalından milyonlarca genç beyin! İki feribot, bir tren, ya da tünelle dümdüz İç Anadolu'ya açılmak varken, bu eşsiz tabiatın ırzına geçmek kimin fikri! ANAP'ın, Özal'ın, Demireller'in, Çillerler'in, sağcıların, gerizekalı gazetelerin, dangalak sürüsü köşeyazarlarının fikri. Bu utanç dolusu insanlarla dolu bir coğrafyada yaşamak imkansızlaştı!
Benim dangalak cahil halkım. Doğanın milyonlarca yılda oyup güzelleştirdiği o küçük sahil kayacıklarına iyi bakın. Mikelanjo'nun bütün eserlerinden daha değerli olan, eşsiz doğanın milyonlarca yıldır oyduğu, üstünü kadifemsi yosunlarla örttüğü yüzbinlerce irili ufaklı kaya parçalarını, birkaç dolar uğruna beton altına gömdünüz. Dalgaların, denizlerin, balıkların, yosunların, ormanların, sellerin, milyonlarca yıl çırpınıp çırpınıp güzelleştirdiği yüzbinlerce deniz kayası, sahil kayasının üzerine acımasızca dozerlerle gittiniz! Müteahhitler, ağızlarının suyunu akıta akıta vahşet gösterisi yapıyor, seyderiyorsunuz. .iklerini dünyanın en güzel sahilinde sallaya sallaya geziyorlar, susuyorsunuz. Tek bir çiçeğe dokunmamış, bir kitap okumamış insanların eline binlerce dozer verirseniz, olacağı buydu. Yeryüzünün en güzel giysisi ormanlardır ve bu inanılmaz yeşil sadece Karadeniz'de denizin üstünü ağaçla doldurmuştu, nasıl kıydınız! Dozerler, kepçeler, öküz müteahhitlerin cinsel organı. Doğa, orman, ağaç demeden saldırmaktan zevk alıyorlar. Yüz tane körpe manken kıza rağmen Kadir İnanır bey, nasıl doymamışsa, müteahhitler de aynı doymaz cinsel hastalıktan saldırıyorlar. Dağlarımız, taşlarımız müteahhitlerin kepçelerle saldırganlıştıkları yatak odaları. Hem düzüp, hem parçalayıp, hem de para alıyorlar. Bayındırlık bütçesi müteahhitlerin haremi, mahremi... Kıyıcılık taşıyan bu dangalak ruhlar, para, iktidar bulduklarında nasıl despotlaştıklarını görüyorsunuz, kurbanları dün insanlardı, bugün Anadolu coğrafyası. İnsan denen azgını eğitmezsen, zenginlik ve rütbe için bir toplumu toptan fuhuşa sürükler, toptan köle eder, toptan soyar, toptan öldürür, toptan satar! Alın başınıza çalın! Doğada birgün yaşamamış insanlarla doğayı konuşmak imkansız, kime, neyi anlatıyoruz. Bu coğrafyaların en güzelinin imha etme projesinin adı: Türk mucizesi! Büyük Türk milleti, yolunuzla övünün, şişinin, gurur duyun, bir de açılışına yüzbinlerce Türk bayrağı getirin, süsleyin asfaltlarınızı! Dağ başını marşları çalın.
Trabzon'dan otuz kilometre içeri Maçka, Maçka'dan sekiz-on kilometre içerde dünyanın eşsiz kültür miraslarından Sümela Manastırı gizlidir! Manastır'dan tepelere kadar yirmi-otuz kilometrelik alan, enine ve boyuna aynı zamanda doğal milli parktır! Piramitler gibi, Çin seddi gibi, sayısı yedi-sekiz olan inanılmaz harika eserler içindedir. Hem fotoğraf, hem de kameralar Meryemana kilisesinin derin etkileyiciliğini veremez. Dağın içine, kayalara oyulmuş ve yirmi dakika dik yürüyüşle tırmanılan tepedeki Sümela Manastırı'nın yerden çıplak gözle görünüşü etkileyici, akşamları ise ürperticidir. Velhasıl, Sümela Manastırı'na kadar gitmemişseniz, bu yapının çarpıcılığını fotoğrafla, kamerayla anlamanız mümkün değildir. Öncelikle dik orman içlerinden kaya parçaları gibi dökülüp gelen suyun gürültüsünü duymamışsınız demektir! Sular bu toprakların hiçbir bölgesinde bu denli kudurmuş yamaç aşağı dolu dizgin akamaz. Ormanda gizlenmiş bütün deliliklerin, vahşiliklerin sesini sert kayalara çarpa çarpa kulaklarınızın içine sokuverir. Bu topraklarda yaşayan çoluk, çocuk, anne, baba, öğretmen bu muhteşem dağları ve çağlayanları ve ormanları görmemişse, ülkesini tanımıyor demektir! Ülkemizin Selimiye gibi, Ayasofya, Süleymaniye, Divriği Ulu Camii gibi birkaç büyük mirasından biridir, ormanlarıyla, yalçın yükseklikleriyle insanlığın büyük mirasları içindedir. Sümela Manastırı'nın büyüklüğü, binanın mimarisinden değil, mimarinin dağın yüceliği ve yükseklik duygusuyla bütünleşmesinden gelir. Sümela Manastırı'ndan Zigana tepelerine kadar sık ormanlarla doludur ve birçok tepe, balta girmemiş orman ayarındadır. Çünkü bu sert ve dik tepelere ulaşmak, çıkmak, mümkün değildir. Ülkemizin en sık en kara ormanları burdadır. Sümela Manastırı fotoğraflarında gördüğünüz kayadan fışkıran ağaçlar Ladin ağaçlarıdır. Bu toprağın gururlu ağacı ladindir. Ladin'i söküp aldığınızda tepeler kelleşir, yerine başka bir tür yetiştirmek imkansızdır. Bu tepelerde, ayılar, kurtlar ve karacaların da şöhreti büyüktür.. Kurtları yazın Bayburt, Gümüşhane ovalarına iner ve kışın dönerler. Burada yaşayan Karacalar ve yöre halkının sığın dediği geyik yavruları meşhurdur. Ulaşılması, sayılması, kontrolü mümkün değildir. Ayıları, sizler saldırmadıkça size saldırmaz, siz yine de dikkatli olun. Ülkemizin hiçbir yöresinde bu kadar çoklukta ayı, kurt, karacanın bulunması mümkün değil.
Ulaşılmaz yüce tepeler ve yağmur ormanları! Maçka'dan Zigana'ya uzanan kapkara ormanlar hala bilinmeyenler ve hala el değmemiş esrarengiz, büyüleyici güzellikler taşır. Doğu Ladinleri'ni mutlaka görmüşsünüzdür. Çam türüdür. Çam ağacının tıpkısı olduğundan çam deyip geçer yöre halkı. Ancak, çamların en soylusudur! İğne yaprakları çamdan küçük ve uçları iğne gibi değil, kütüktür. Elli altmış metreye kadar ince uzun büyürler. Gövdeleri çam gibi çatlamış kabuk kabuk değildir. Reçinesi çok az, lifleri sık olduğu için çok değerlidir. Bu tepelere tutunmasının sebepleri derindir! Önce "yağmuru" çok sever, sonra rüzgarsız yapamaz. Çünkü ladinler kendilerini budayamazlar. Her mevsim kuruyan dallarını mutlaka sert rüzgarlara kırdırıp söktürmek zorundadır, yoksa, kuruyan dalların çürümesiyle ladinler ölebilir. 1935'li yıllarda Trabzon sahilden Maçka sınırlarına kadar otuz kilometrelik alan işte bu ağaç kabuğu hastalığından ikiyüz bine yakın ağacı kurban verdi ve bu bölge bugün orman olmaktan çıkıp basit bir yeşilliğe dönüştü! Ormanlar artık Maçka'dan başlıyor!
Ladinlerin Zigana için değeri paha biçilmezdir, önce, manzarası, yani, soylu görünüşleri, yani, kayaların dahi içinden fışkırıp boy atması, bilinen tarih içinde bu tepelerin ruhunu, karakterini, toprağını, kayasını, yağmurunu en iyi bilen, tanıyan ağaç olmasıdır!
Ne kadar yağmur yağarsa yağsın, Ladinlerin midesi şişmez, gövdeleri genişlemez. Eklemleri, kemiği dümdüz, bir kalem beyfendisi, düzgün fiziğiyle o tepelerde ne arıyor sanıyorsunuz. Sinirlerinden ve damarlarından zekilik ve lacivert bir yakışıklıık akar! En sert rüzgarları aldığı halde yıkılmaz, bükülmez. Gözleri belki kan çanağına döner, kararır, koyulaşır, ama, ne kadar tehlikede olursa olsun kendini bırakmaz! Bıraksa da, bir kere bırakır kendini, aşağısı uçurum, hiç şansı yok. Kayaların içinde büyüyecek toprağı nerden buldu diye şaşarsınız! Soylu ladinler, milyonlarca yıldır bu tepelerde özgürce yaşıyorlar! Dağları tepelerinden sarmış kapkara örtüsünün güzelliğini düşünün. Siyah bir canlılık ve simsiyah bir ateş getirir. Karşı konulmaz bir buğulu hüzünle boğulur tepeler! Başınızı kaldırıp baktığınızda ruhunuzu kamçılar! Ladinler hep başları kalkık, Karadeniz'den gelen dumanları, yağmurları, rüzgarları bekler. Gizlice ağlatır hepimizi. Bu kadar kara, bu kadar yüce, bu kadar yüksek, bu kadar dimdik nasıl kalabilir bu ağaçlar! Dağların soyulmasına fırsat tanımaz, eteklerindeki karacaları, ayıları, kurtları, domuzları gümbür gümbür derelerinden, sert fırtınalarından korur! Yani... Hani derler ya, yeniden dünyaya gelsem... Bir ladin gibi o tepelerde yükselsem derim. Kayaların kalbinden! Omuzlarıma otursa yağmur bulutları.. İnce, uzun yapılı, kusursuz güzelliğim, her gelip geçen bulutu ayartsa... Gece, sabah ve akşam, o sağlıklı, gürbüz, o sert ve masmavi dumanlı başımı eğmeden durabilsem, öyle tanrıya yakın ladinler gibi. Çekicilik, güzellik, şehvet, eğlence, oyun değil... Gururla ladinler, hiçbir kirli işine bulaşmadan bu sefil dünyanın, o kayadan tepelerin kalbinden yükseliyor hala! Heyecan budur! Ruhlarımızın ahlaksızlık ve rezilliklere karşı inanılmaz direnci burada güç kazanır! Biraz sonra, sopa ve değnek olacak ağaçlara hiç benzemez ladin! Hala, eski tren yollarında yüzyıla rağmen yıkılmamış çürümemiş telgraf direklerine rastlarsınız, bilin ki, bütün bu teknolojiye, betona rağmen, bükülmeyen Ladin ağacıdır onlar. Ladinler yalnız yükselmeyi sever!.. Gövdelerine kimse uzanmasın diye, aşağıdaki dallarını kıra kıra! Dokunulmazlık ister! Rüzgar görünce, telaş, panik ve öfkeye dönüp, şiddetle çıldıran, çırpınan ağaçlara benzemez! En sert rüzgarlar karşısında bir kral gibi hiç konuşmadan etkiler insanları! Ladinler, yüksek ruhlu eski insanlar gibi kendi yalnızlıklarına kutsal şiirler okuyup, sağlam karakterleriyle kendilerini baştan çıkarır! Kimseye tenezzül etmeyen bu mağrur ağaçların üstüne yıldırımlarla inseniz, kasırgalarla saldırsanız, ruhunun gevşemesine, korkmasına asla müsaade etmez. Ladinleri, koparıp başka dağbaşlarına dikseniz, durmaz. Hayatın tadı, doğduğu bu yüksek memlekette yükselmektir! Alıp başını gurbete gidenler, öfkeden bağırlarını yırtar, ya da azaplar içinde delirirler. Ladinler, kendi bulutu, dumanı, kendi kasaba, köyünden aşkların peşindedir! Büyük fethin, büyük yiğitliğin, kendi doğduğun tepelerde yükselmek olduğunu en iyi ladinler bilir! Ladinler dağbaşlarımızın zarif erkekleridir!
Nerde, ne zaman, ne kadar yalnız ve çaresiz kalırsam kalayım, orada, o tepelerde, memleketim, vatanımda, işte yükselmiş derim, kayaların kayaların kayaların kalbinden soylu aşkım, ladinler derim! Toprağımızın, dağlarımın en güzel bayrakları, yine çıldırmış, rüzgarlarını bekliyor, derim!
Bu eşsiz kara ormanların güzelliği, değeri üzerine size kitaplar yazmalıydım, özür dilerim. Bu yalçın tepelerden şaşırmadan, hayret etmeden, büyülenmeden geçivermek mümkün değildir. Tabiatın en güzel organıdır dağlar, ağaçlar. Onların görünümü bozulacak diye ödümüz kopar. Tanrı, kıyımıza, köşemize mutlaka bir güzel orman koymuştur! Ama ladinler başka.. O kadar müthiş, sert görünüşleri vardır ki, onları ormanından ayırıp bazen süs ağacı diye, parklara, apartman önlerine dikerler. İşte derim, paraya ve şöhrete tamah edip, ormanını, tepelerini terketmiş, satılmış ağaçlar! Güllerin, palmiyelerin yanıbaşındaki süs ladinlerini hiç sevmem! Ladin dediğin kaya tepelerin içinden ve en tepesinden upuzun, dimdik fışkıracak! Sabah akşam kollarını kopartmak için en sert rüzgarları bekleyecek! Ancak, orman ve ağaçlar ve tilkiler, artık çocuk kitaplarının teorisi olarak kaldı. Gerçek bir soyluyla o dağbaşlarında bir akşamüstü karşılaşmaya kimse cesaret edemiyor!
Mideleri açlıktan guruldayan Orta Anadolu'yu gördükten sonra insan Karadeniz'in bu eşsiz kara tepelerine tapınıyor. Gür ormanlar, gürül gürül sular! İnsanı içten içe coşturur. Neden tepelerden dökülen bu sular bizi sevindirir. Neden bu kapkara ormanları görünce, içimizde tarifsiz mutluluklar buluruz. Kalbimiz, ruhumuz onların içinde bir yerde saklı gibi.. Ruhlarımızı sürekli uyaran ve ayartan bu muhteşem tabiat hala topraklarımızın içinde ve hala gürül gürül yaşamakta! Yağmur tanelerinin her biri ladin ağacının küçücük ignelerinde bir mücevher, bir pırlanta taşı gibi parıldar. Ormanın beyaz şarabı gibidir yağmur. Bulutlar, tepelerden geçiveren lüks kupalı eski zaman arabaları gibi. Ah bu yağmurları bilmezsiniz, ne şehvet düşkünüdür onlar. Geceyi birlikte geçirdikleri o kapkara ormanlara yayılan, hayale sığmaz, göz kamaştırıcı binbir tür sarhoşluk taşırlar! Şapşal hayvanlar yaban domuzları ve ayıların yağmurun ve rüzgarın gürültüsüyle oraya buraya kaçışması, kara ve sürmeli gözlü karacaların çıplak ayakla şakırdayan derelerin üstünden atlaya zıplaya koşuşturması, topraklarımızın ve dağlarımızın en güzel şarkılarıdır! En heyecan vericisi ruhlara! Ve ladinler! Anadolu toprağının en soylu, en kibar ağaçları! Yüce dağ başlarında, bu denli incecik ve upuzun duruşları, bu denli centilmen ve her rüzgarda kırılışları! Kalem gibi ince ve upuzun boylu bu ağaçlar çok şey öğretir bize! Aklın, inceliğin, zaferi gibidir Ladinler! İnce, uzun, kibar duruşları, sanat zevkimizi büyüler, çünkü ladinler, sanki orada doğmamışlar, şehirden, bilmiş, okumuş, bakımlı insanların, dağbaşlarına gidip yerleşmesi gibi, burunları havada, dik, ince ve neden yaşamak için en sert rüzgarlarını çağırırlar Karadeniz'den!
Ve şimdi.. Nasıl başlasam.. Tek cins ağaçlardan oluşan ormanlar biyolojik zararlılara karşı son derece hassas. Milyonlarca küçük böcek, ülkemiz tarihinin bize bıraktığı bu en büyük mirası elimizden alıyor. Sordum, soruşturdum, okudum, inceledim. Bütün büyük ormanlarda aynı tehlike var. Ancak, o ormanların sahipleri büyük savaş veriyor. Çok ciddiye alınıyor, büyük bütçeler ayrılıyor, halklar, aydınlar, ormanları kurtarmak için tam bir seferberlik halinde, öyle ki, ormanlar, kimya labaratuvarlarına dönmüş durumda.
Çok, çok acı haberlerim var, kardeşlerim. Hiçbir yerde yazmıyor, kimsecikler bilmiyor. Ladinler yokoluyor. Bir imha savaşı. Bu inanılmaz felakete can dayanmaz. Zigana dağları kelleşiyor. Bir büyük böcek savaşı. Böcekler dağları imha ediyor. Milyonlarca böcek ladınleri usul usul yiyip bitiriyor. Felaket ilerledi, ilerledi, yedi-sekiz tepeyi tamamen yedi bitirdi. Orta Anadolu gibi kıraç, bozkır tepeler ne arıyor oralarda, bir sorun! Böcekleri yemesi için suni böcekler üretildi. Suni böcekler doğal böcekler kadar hızlı üretilmiyor, baş edilmiyor. Tabiatı tümüyle mahveder korkusuyla ilaç kullanılamıyor. Bu böcek savaşını üç-beş orman bekçisi veriyor, daha binlercesi lazım. Bu dağları, bu ormanları çok ciddiye almamız lazım. Henüz tek bir siyasetçi, tek bir devlet adamı, tek bir gazetecinin haberi yok. Şimdi Aydın Doğan'a gidip 'ladin' desem, anasına küfrettiğimi sanıp yine beni mahkemeye verecek, ama 'kereste' desem, belki gözleri açılır. Gazetem yok, elimde fotoğraf makinem yok. Gidip bozkırlaşmış ve üzerinde tek bir ağaç dahi kalmamış tepelerin resimlerini çeksem. Ülkemizin en eşsiz hazinesi, en derin manzarası çürüyor. Kellik gittikçe yayılıyor. O toprağı fetheden Fatih, tek bir ağaç kesenin başını keserim, demişti. Ve o topraktan içeri ormanların sıklığından yürüyememişti ordular! Bu ladinleri böyle tek başına, böyle sahipsiz, böyle zavallı kimler bıraktı. Maçka gibi yağmur ormanlarının göbeğinde kelleşmiş tepelerin esrarını kimsecikler sormuyor. Uzmanlara gidip, burada neler oluyor kardeşim, diyen yok. Elli yıl sonraya yirmi-yirmibeş tepe daha kelleşir ve Zigana'nın eteklerinde ağaç kalmaz. Uzaktan değil, yanlarına gidip ve tek tek izleyin ladinleri, faciayı göreceksiniz. Dağbaşlarında böcekler büyük bir kavga kurdu. Koskoca ladinleri yiyip bitiriyor. Milyonlarca böcek, umursamazlığımız, habersizliğimiz ve bilgisizliğimizden faydalanıyor.
Bilgisizliğimizden, dağ başlarımızın en soylu ağaçlarını böcekler kemirip kemirip çürütüyor. Şimdi bana sorsanız, işsizlik, ekonomi, banka hortumlama, bu ülkenin en büyük derdi, nedir diye. Bu dağbaşlarını sarmış milyonlarca böcek ve bunlardan habersizliğimiz, derim.
Böcekler değil, cehalet yiyor! Ladin ne kasırgalara, ne heyelanlara, ne sellere karşı dayandı, ama habersizliğimize dayanamıyorlar!
Ormanların ve ağaçların da bir yaşama biçimi var, onların da, tiyatroları, oyun salonları, kafeleri, eğlence partileri var. Çok yakından kameralarla izlemezsiniz, göremezsiniz. Yabancı kanallarda keyifle binlerce belgesel izlediniz, hiç sormadınız mı, bu adamların işi nedir, bu böceklere, otlara milyon dolarlar yatırıyor. Sizler milyon dolarlık kameraları Seda Sayanlar'ın götüne takmış dolaşıyorsunuz. Ya da arada bir yıllık izninizde keyif olsun diye çoluk çocuk Zigana tepelerinde manzara resmi çekiyorsunuz. Gazeteciler cahil, atlas, coğrafya dergileriniz cahil.
Ben henüz on yaşındayken, kışları o ormanların soğuk salonlarında dolaştım. Biliyorum. Yazları, o ormanların sünger topraklarına uzandım, yattım. Biliyorum.
Değil, kurtarmak, ayağa kaldırmak, oraları korumak. Öldüğünden haberimiz yok. Ben bu yazıyı, birileri gider, bakar, tedbir alır diye yazmıyorum. Kendi toprağıma, son bir tören, son bir ihtiram duruşu, olsun diye... Büyümem, yetişmemde, öğrenmem, coşkulu ve ateşli bir yazar olmamda, bana inanılmaz sonsuz heyecanlar katan ladinlere selam olsun diye yazıyorum. Bu medyadan, bu siyasetçiden, bu bürokrasiden hiç umudum yok. Bizden sonra gelecek nesiller ladinleri hiç görmeyecek, ya da, birkaç tanesini süs bahçelerinde diker, tanırlar. Varsın görmesinler. Ben gördüm. Deliye döndüm. Öyle bir delilik ki... İşte hala buralarda debelenip duruyoruz!
Karadeniz'in o taşkın, yerinde duramayan, dünya fatihi, hayat delisi çocukları, bu pervasız delikanlılar, en şiddetli duyguları, en karşı konulmaz arzuları, delirmiş bu koşturma zevkini şu sizin bozuk manyak milli eğitim okullarınızdan mı alıyor sanıyorsunuz... Bu insanları ateşlendiren, coşturan şey nedir?
Bağımsız, coşkulu bir insan, bir yazar nasıl yetişir, sordum, soruşturdum, kitaplar okudum, uzmanlara danıştım. Akıl, mantık, bilgi, yetenek, belki, hepsinden birazcık. Ama işin doğrusu.
İşin doğrusu. O kapkara ormanların derin ruhunda saklı. Ancak ve ancak ladinlerin çırasıyla nesilden nesile ruhları tutuşturan ve en sert rüzgarlara karşı tepelerde alevlenen ormanların gizli bir meşalesi var...
Uçurum başlarında kara ladinler! Tehlikeli bir gerilimle kara mızraklar gibi diklenirler bulutlara, göklere! O tehlikeli gerilim. O düştü, düşecek, umursamadan diklenişleridir, ladinlerin soylulukları! Varoluşumuz için oksijen arıyorsak, kartal ağzı gibi keskin uçurumların başında kara ladinler gibi yıkılmadan durmayı öğrenmemiz şart! Bıçak gibi keskin mermer tepelerinde geceyi tek başına dimdik yükselerek geçiren kapkara ladinler! Sabah olunca yalçın tepelerin kalbinde, kaya damarlarında masmavi dumanlara sarılıp binbir zevkle sevişen kapkara ladinler! Kanımın ateşi oldu senin yüce heybetli o gerilimli alnındaki alevin! Bir kaya çatlağı toprağından bir büyük ülke kadar sevinçler bulmayı senden öğrendim. Kanımın ateşi oldu senin o bulutların arasında kaybolan umursamaz başın. Kanımın ateşi oldu senin o rütbe, nişan, çelenk, sarmaşık, çiçek kabul etmeyen, dimdik, soylu, kamçı gibi diklenişin. Soylu yükselişin hayatımın en büyük macerası oldu. Yolu düşüp, oralardan geçen yolcular hep sormuştur, bana. Bu mermer kayaların içinden bu sert ağaçlar nasıl büyür. Bıkmadan, coşkuyla anlatırım. Belki, parkta, bahçede, ovalık yerde, boynun bükük, eğri, çürük, yıkık ağaçlara rastlarsınız. Ama bu sert tepelerde, sulara, heyelanlara, fırtınalara karşı ayakta kalmanın tek yoludur, dimdik durmak. Ölünceye kadar, boynunu bükmeden eğilmeden, aşağıya bakmadan durmak. Alnımın ateşini, o soylu diklenişinden aldım. Pis yataklar, kirli çarşaflar içinde büyüyenler ne bilsin seni. Alnımın ateşini senin o çelik gövdenden aldım. Kalemime, mürekkebime dolup dolup boşalan bu ateşleri, ruhumu sabah akşam yakan bu alevleri senden aldım.
Hangi parayla hangi şöhretle alabilirdim senden o yakışıklı kusursuz heybeti! İşte büyüttün beni. Sıcak yatak, kucak düşkünü yapmadın beni. Memleketim, toprağım benim. Duy sesimi. Bu evladını, kütüphaneler değil, uçurumların büyüttü. Uçurumlardan düşerken, bu evladını, işte bu soylu ağaçların boynundan sarılarak tuttu!

Link ver   
 

SEÇİM BİLDİRİSİ

Bu þehri Ankara'da en büyük hayalim, stadyum kadar bir tapýnak yapýlýp kapýsýna: Hitit Ýmparatorluðu, yazýlmasý. Þüphesiz kapýsýna elli metrelik iki büyük Hitit kaya yontma heykelleri de yapýlacak. Çorum'dan, Eskiþehir'e kadar daðýlmýþ Hitit eserleri bu büyük tapýnakta sunulacak. Bir büyük masal gibi. Küçücük kýz çocuklarýmýz içine girsin ve tarihin bu en eski krallarýný, kalbi coþku ve heyecanla izlesin. Düþünün, stadyumdan daha büyükçe bir bina. Ýçinde labirent labirent geziyor, tarihin derinliklerindeki küpeleri, kaya heykelleri, aslanlarý, krallarý, çömlekleri, oklarý, mezarlarý, hepsini biryerde görüyorsun. Bunu Ankara'nýn güzelliði ya da turizm için yapmalýyýz. Ama, önce yaþadýðýmýz topraklara hürmetimiz, saygýmýz varsa.. Yaþadýðýmýz topraklarýn uygarlýklarýna birazcýk merhametimiz varsa. Çoluk çocuðumuzun hangi topraklar üstünde yaþadýðýný göstermek istiyorsak, mutlaka yapmalýyýz. Çünkü, Ankara Kalesi'ndeki Anadolu Medeniyetleri Müzesi çok küçük ve çok zayýf, týkýþ týkýþ. Bir muhteþem uygarlýðý almaya, tanýtmaya, göstermeye, sergilemeye yetmiyor. Bu olaðanüstü kaya heykellerinin yaratýcý heyecanlar ve cesaretler ve bir tarih ateþi yakacaðýndan kuþkum yok. Þu azap verici birbirinin aynýsý milyonlarca ayný binadan kurtulup içimize tarih dolduralým.
Evrenin bilmeceleri bu kaya heykeller, çömlekler ve takýlarýn içinde saklý. Bu satýrlarý tarihe yazýyorum, Ankara'nýn göbeðinde büyük bir Hitit Ýmparatorluðu kurulmalý.
Bugün, Sýhhýye'nin göbeðindeki Hitit Güneþi heykeli, çok çirkin. Çünkü, çok küçük, avuç kadar Hitit Güneþi, büyütülmüþ. Büyütülünce küçük ve güzel olan Hitit Güneþi hantallaþmýþ. Üstelik heykelin oturduðu beton kaide çok çirkin, hiç yakýþmýyor. Yoksa, çocuklarýmýz bize, neden dörtbin yýl önce yaþamýþ insanlar kadar güzel ve estetik süs eþyalarý, heykeller yapamadýðýmýzý sorar diye mi korkuyoruz?
Hayal kurmaya dahi "zahmet" ediyoruz. Bakýn, Melih Gökçek'in Ankara amblemi gerçekten iðrenç. Çok tartýþýldý ve bu amblem halen mahkemelerde. Oysa, amblemler, ortak tarihimizi çok iyi ifade edebilmeli ve ruhumuzla tarihi bir duygusallýk kurabilmeli.
Beni dinleyen yok, ama, yine de, Ankara'ya en yakýþacak amblemi burada takdim ediyorum.
Ankara'ya en çok yakýþacak ve hepimizi etkileyecek amblem: Boz bir kuva kalpaðýdýr. Ve kalpaðýn önünde, rozet gibi, bir hilal'dir. Cumhuriyetin kuruluþu ve Ankara'nýn baþkentliðini ifade eden bu boz kuva kalpaðý ve önündeki hilal, bu topraklarda kullanýlmýþtýr, cumhuriyeti ve Ankara'yý çok güzel özetler! Amblemlerin hikayesi, hem manevi olarak bizleri birbirine baðlamalý, hem de, tarihin kutsal, devrimci anlarýný yücelikle özetleyebilmeli.
Fikir benimdir, beþ kuruþ da para istemiyorum, biri bizi bu yüz kýzartýcý amblemden kurtarsýn!
M.Ö. Ýkibin, üçbin yýllara uzanan Hitit Uygarlýðýyla ilgilenenler, Çorum'dan Eskiþehir'e bu bölgenin sýk aðaçlýklarla kaplý olduðunu, hatta Konya Ovasý'nýn dahi göl olabileceðini iddia ediyorlar. Yani, Tuz Gölü'nden tuz, aðaçlardan kereste, her türlü meyve, ovalarýnda tahýl ve çömlek. Eksik olan, demir, kalay, bakýr. Hitit Savaþlarýnýn bakýr, kalay yüzünden çýktýðý, Asurlular'a. Mýsýrlýlar'a bu yüzden saldýrdýklarý söyleniyor. Bir de volkanik cam denilen, obsidyen.
Hititler, küçük eþyalarý pek becerikli yaptýlar, yani, küpe, iðne, bronþ, kolyeler, süs takýlarý oldukça zevkli. Hitit kadýnlarýnýn iç dünyalarýnýn güzelliði bugün müzelerimizde saklýdýr. Ama, iri nesnelerde birazcýk hantal olduklarý söyleniyor. Yani, kaya heykellerinde ince iþçilik yoktu. Krallarýn ve aslanlarýn ve savaþçýlarýn ve rahiplerin ve adak törenlerinin tasvirleri Mýsýrlýlar'la karþýlaþtýrýldýðýnda ayný incelik gücü görülmez.
Ben tersini düþünüyorum, Hitit kaya heykellerinin hantallýðýna kabalýðýna hayraným. Kayaya kabartma þeklinde oyulmuþ bu heykellerin ilahi etkisi, çok sonra geliþecek Yunan heykelciliðinin çok önünde "yücelik" tadý verir. Sabit kayalara yontulmuþ olmasý bile, büyük dað kütlelerine resmedilmiþ olmalarý heykellere "derinlik" katýyor. Hitit krallarýnýn kayalara oyulmuþ yüzlerindeki soylu, derin, ciddi duruþlarý inanýlmaz etkileyici. Gerçekten kral gibi dururlar orada.
Hatta, krallarýn el hareketlerinin tasvirinde çok ince bir kalpleri olduðu görülür. Hitit rahipleri de kendileri gibi çok tanrýlý Aztek rahipleri gibi toplumdan elini ayaðýný çekmiþ münzevi hayat yaþýyorlardý. Aztek rahiplerinin saçlarý sakallarý karýþýk, hatta birbirine yapýþmýþ, týrnaklarý hiç kesilmemiþ, hiç yýkanmýyor, evlenmiyor, az yiyorlardý.
Hititler, Mayalar, Aztekler, Asurlular.. Bu ilk çað uygarlýklarýný birleþtiren sadece çanak, çömlek, ok, býçak yapým tekniklerinin benzerlikleri deðil. Ortak noktalarý "adak" törenleri. Rahiplerin yönettiði, her yýlýn belirli günlerinde periyodik törenlerde insanlar, çocuklarýný "kurban" ediyordu.
Ýnsan soruyor, ayrý kýtalardaki bu uygarlýklarýn kaseleri, ok uçlarý, heykelcikleri, süsleme eþyalarý, mezar yapýlarý, birbirlerine neden benziyor. Hadi bu eþyalar benziyor, "adak" törenleri, rahipleri neden birbirinin aynýsý. Amerika'dan Anadolu'ya tarih öncesinin kavimleri birbirlerini nasýl etkilemiþler, hangi yollardan, hala haritalar önümüzde oturup tartýþýyoruz. Bugün Peru daðlarýndaki Ýnka medeniyetinden kalma kadýnlarýn giysilerindeki dokuma geometrik þekilleriyle Kürt kadýnlarýnýn ya da Orta Asya'daki benzerlikler þaþýrtýcý...
Ama, asýl soru, binlerce yýl çocuklar kurban edilirken, kral mezarlarýna insanlar canlý canlý gömülürken, tek kiþi çýkýp "Ey ahali yaptýðýnýz aptalcadýr" demedi mi? Mutlaka demiþtir! Onu da deli yerine koymuþlar, toplumdan uzaklaþtýrmýþlardýr.
Bu yüzden Hz.Ýbrahim'in hikayesine binlerce yýl kimse bakmadý, ta ki Hz.Musa gelinceye kadar. Tek tanrýlý dinlerin kurucusu Hz.Ýbrahim'in oðlunu kurban etmesi ve yerine göklerden bir koç indirilmesi efsanesi tarihin en büyük, en etkileyici devrimidir. Yeryüzü aklýný deðiþtirmiþ, yeryüzü ruhunu topyekün paramparça etmiþtir. Bu küçük hikaye inanýlmaz bir "ihtilal". Büyük, güçlü uygarlýklarýn, büyük coðrafya parçalarýna hükmeden krallýklarýn bu efsane karþýsýnda dayanmalarý mümkün olmadý. Yavaþ yavaþ çok tanrýlý dinler, adaðý binlerce yýl içinde unutuverdi. Çok geçmedi, Ýbrahimi dinler: Yahudilik, Hristiyanlýk, Müslümanlýk krallara ve tanrýlara adak adayan kavimlerle dalga geçmeye baþladý..
Tek tanrýlý dinler "adak" törenlerini tarihe gömdü. Ýnsanoðlunun çok tanrýlý "adaklý" kültürden, baþka bir kültüre girmesi, baþka bir aklýn içine girmesi üç-dörtbin yýl sürdü.
Gelmiþ geçmiþ tarihin en büyük dönüþümüne yol açmýþ Ýbrahim Peygamberin iki küçük hikayesi vardý, birincisi, oðlu yerine koç kurban etmesi, ikincisi, "gece oluyor güneþ batýyor, sabah oluyor yýldýzlar yok oluyor, benim Tanrým batmamalý, yokolmamalý, tüm bu evreni yaratan tek bir tanrý olmalý" düþüncesiydi.
Tanrýlar bu kadar çok ise, hangisi hangisini yarattý, en çok hangisinin dediði oluyor, ilk önce hangi tanrý yaratýldý, gibi, bir yýðýn teolojik karmaþa, "tek tanrý" inancýyla sona eriyordu..
Yahudiler, Musa peygamberle Mýsýr'dan kovulan bir kavim. Hiçbiri putpereste gidip, dinlerinin tebliðini yapmak zorunda deðildiler. Çünkü, yahudi dýþýnda kimse yahudi olamýyordu. Ancak, Hristiyanlar taraftar toplamak, büyümek, geniþlemek, Ýsa'nýn müjdesini herkese anlatmak için karþýlarýna putperestleri, yani çok tanrýlý dinleri aldýlar, anlattýlar anlattýlar.
Ýsa'nýn kendisi ve 12 havarisi de Yahudiydi ve bu çekirdek hücre Ýsa'nýn yahudileri kurtarmaya geldiðine inanýyordu. Ýsa öldükten sonra, yahudiler içinde gizlenip, saklanýp, herhalde birbirlerine Ýsa'yý anlatarak ölüp gittiler.
Ancak, Anadolu topraklarýnda Pavlos diye bir adam, Hristiyanlýðýn kurucusu sayýlýr, kiliseyi kurdu. Ýsa öðretisini formülleþtirdi ve putperestlere Ýsa'nýn nasýl bir Tanrý olduðunu anlatmaya koyuldu.
Pavlos putperestlere, yani çok tanrýlý kültürlere, Ýsa'nýn Tanrý olduðunu, ayrýca, Tanrý'nýn oðlu olduðunu, ayrýca kutsal ruh, rühülkudüs'ten sözetti. Bu üç ayrý Tanrý'ya, çok tanrýlý kültürlerin inanmasý zor olmadý, çünkü yine üç tane, çok tanrý vardý ortalýkta.
Ýstavroz denilen bu üçleme, asýrlar boyu kafa karýþtýrdý. Ýsa nasýl tanrý oluyor? Ayný zamanda Tanrý'nýn oðlu oluyor? Bugün dahi hiçbir hristiyan bunun cevabýný veremez.
Binlerce yýl kilise ve rahipler ve halk, durmaksýzýn iþte bu soruyu tartýþtý. Tanrý Ýsa ise, öbür Tanrý ne? Ýsa oðul ise, nasýl Tanrýlýk yapýyor? Ýsa yeryüzüne indiðinde mi insandý? Yoksa Tanrý tarafýndan göðe alýndýðýnda mý Tanrý oldu? Bu tartýþmalar öyle karmaþýk bir hal aldý ki, kiliselerde bitmek bilmeyen tartýþmalar kavgalara, ayrýþmalara yol açtý. Ýsa Tanrý diyenler ayrý bir mezhep, Ýsa yalnýz basit bir insandý diyenler ayrý mezhep, diyerek, bir yýðýn mezhepler oluþtu!
Anadolu topraklarýnda Ýsa'nýn haça gerilmesinden baþlayarak, dörtüz-beþ yüz yýl aralýksýz sürdü bu tartýþmalar. Öyle ki, fýrýndan ekmek almaya gittiðinizde, fýrýncý sabah sabah sizinle bunu tartýþýyor, pazarda, çarþýda, yolda, komþulukta, herkes günboyu bu sorunlarý tartýþýyor.
Ýlk kilise, bugün Antakya'da kuruldu, hala orada. Antakya'da o günlerde dünya tarihinin en büyük depremlerinden biri oldu ve otuzbinin üstünde insan öldü. Depremin ertesi günü dahi insanlar, depremle deðil, Ýsa'nýn kim olduðunu tartýþýyordu...
Roma Ýmparatorluðu bu tartýþmalarý durdurmak için onlarca kez büyük katliamlar ve kýyýmlar yapýp, hristiyanlarý tarih sahnesinden yoketmeye çalýþtý. Ancak, hristiyanlarýn "Ýsa"yý tartýþma iþtahýný durdurmak mümkün deðildi. Ve yüzyýllar sonra Ýstanbul Ýmparatoru Konstantin, Ýznik Konsülünü topladý. Sonraki yüzyýllarda Ýstanbul'da, Kadýköy'de ve Efes'te, birbiri ardýna birçok konsül toplandý. Bütün kilise büyükleri, bu büyük konferanslarda birbirleriyle çatýr çatýr söz yarýþtýrdýlar, birbirlerini sürgüne gönderip, aforoz ettiler, ama hep ayný sorun tartýþýldý! Ýsa, hem oðul, hem Tanrý nasýl oluyor?
Ýznik Konsülü bugünkü Ýncil'i düzenledi ve aldýklarý kararlarla "imanýn esaslarýný" ilan ettiler. Yani bugünkü tüm hristiyanlar burada alýnan kararlara göre istavroz'un (üçlemenin) ne olduðuna karar verdiler. Üçlemede bir de kutsal ruh (rühul-kudüs) vardý, bir zaman sonra bunun da ne anlama geldiði kafalarý karýþtýrdý, yüzlerce yýl da kutsal ruhun ne olduðu ölümüne tartýþýldý.
Hristiyanlarý da pek ayýplamamak gerekir, çok tanrýlý bir dünyada, tek bir Tanrý inþa etmek, kolay deðildi, ikiydi, üçdü, derken, yine de çok tanrýlý kültürlerin aklýna yatacak bir formüldü, sonunda!
Bu tartýþmalar bugün dahi sürüyor ve hristiyanlar bunun ne anlama geldiðini bugün dahi bilemiyor. Ancak, konsüllerde alýnmýþ kararlara "iman" ederek ve aksini söyleyenleri aforoz ederek bir din yaþamý sürdürüyorlar.
Pavlos, çok zeki bir adam olmalý. Putperestlere, yani Anadolu topraklarýndaki çok kültürlü eski dinlere Ýsa'nýn göklerden geldiðini ve onu Tanrý'nýn gönderdiðini anlatýrken iþini kolaylamýþtý. Çünkü "tek tanrý"yý anlatmak çok zor olmalý. Üstelik, hergün tanrýlarla içiçe yaþayan eski kültürler için, gökten bir Tanrý'nýn yeryüzüne inmesi, anlaþýlmayacak, zor bir soru deðildi. Putperestler zaten hergün tanrýlarýyla yatýp kalkýyor, her yýl, her ay, tanrýlarýna adaklar adýyor, dini törenler yapýyorlardý. Hristiyan keþiþlerde eski kültürlerin rahipleri gibi giyiniyor, onlar gibi münzevi yaþýyorlardý.
Çok tanrýlý insanlara, Ýsa, öldükten sonra babasý tarafýndan göðe çýkarýldý, dendiðinde, onlar için þaþýrtýcý, büyük bir mucize gibi görünmüyordu. Kendi akýllarýna, efsane ve dinlerine uyabilecek bir inanç gibi görünüyordu ve bu yüzden hristiyanlýk hýzla yayýldý.
Bugün, müslüman din adamlarý, Hazreti Muhammed'in buraðýna binip Kudüs'e uçtuðunu anlatmakta zorluk çekiyor ve bunu dini bir mucizeyle açýklýyorlar. Oysa, müslümanlar da dinlerini putperestlere, yani çok tanrýlý insanlara anlatýyordu. Onlar için Tanrý'nýn elçisinin göklerde uçmasýnýn anlaþýlmayacak, akýl almayacak bir tarafý hiç yoktu!
Binlerce yýl, ama binlerce yýl aralýksýz insanoðlu, bunlarý tartýþtý. Bu "akýl" içinden çýkamadý.
Bugünden baktýðýmýzda, nasýl oluyor da, insanlar sabah, akþam, öðle, durmaksýzýn bu akýlalmaz saçmalýklarý konuþup tartýþabildiler ve bu yüzden birbirlerini onlarca asýr öldürdüler, diyorsunuz
Bu düþüncelere karþý olanlar o günlerde yok muydu? Vardý. Ama onlara sapýk, kafir, akýlsýz, deli, inançsýz insanlar gözüyle bakýldý. Normal akýl, normal insan, iþte bunlarý tartýþan, düzenleyen, bunlara inanan, insan türüydü!
Bilincin, inancýn deðiþmesi, insanlarýn bir akýl türünden baþka tür bir akýl türüne girmesi binlerce yýl alýyor! Bu düþünce ve inançlar bugün dahi deðiþmiþ deðil. Ancak, asýrlardýr yerkürede baþka tür bir akýl da var. En azýndan bu inançlara inanmamak bir delilik deðil. Hatta, durmaksýzýn bunlarý tartýþanlara pekala "deli" diyebiliriz.
Akýlda, siyasette, düþüncede devrimci atýlýmlar oldu. Rönesans, Fransýz ihtilali, Marksist tezler devrimci sýçramalardý. Toplumun aklýný, yönünü tamamen baþka bir yöne çevirmeye çalýþtýlar.
Mesela, Allah'ýn gölgesi olan Osmanlý sultanlarýnýn gücü ve iradesi ve dokunulmazlýklarý, altý asýr sürdü. Onun, basit bir kulu, kölesi olan tebaasý, bir zaman geldi, sultana baþkaldýrdý. Bu inanýlmaz bir baþkaldýrýydý, karþý çýkanlarýn hepsi "kafirlikle" suçlandý, sürüldü, zindanlara týkýldý. Bu basit bir siyasi ayaklanma deðil, ayný zamanda, þeriata, dine, inançlara karþý sert bir hareketti. Abdülhamit'e karþý önce Jön Türkler, sonra, Selanik'te örgütlenmiþ Ýttihatcýlar gizlilik içinde Türk tarihinin en büyük "devrimci" atýlýmýný gerçekleþtirip, Türkiye siyasetini, inançlarýný, kültürünü topyekün deðiþtirecek büyük bir hareketin kahramanlarý oldular.
Ýlk yuvalandýklarý, ilk örgütlendikleri günlerde, sapýklar ve kafirlerdi. Yakalanmalarý, öldürülmeleri gerekiyordu. Ama, bu karþý adamlar, meþrutiyeti, sonra cumhuriyeti, sonra, dili, tarihi, kültürü, kýlýk kýyafeti ve inançlarý topyekün deðiþtirmeyi baþardýlar.
Asýrlarca süren adet ve gelenekleri, inançlarý, bir avuç insanýn üç-beþ yýlda deðiþtirmesi hiçbir zaman mümkün olmadý. Bugün dahi kitleler bu deðiþimi kabullenmiþ deðil. Ya da Rus devrimi, yetmiþ yýl sonra geri tepti. Bu topraklarda, bu deðiþim, yani, batýcýlýk, Ýslamcýlýk, Osmanlýcýlýk, þeriat, din düzeni, dini yaþam hala çok canlý tartýþýlmakta.
Mustafa Kemal kýlýk kýyafet, dil, tarih görüþü, devrimleriyle insanlarýn baþka tür düþünmesinin önünü açmak istedi, ama, deðiþen sadece kýlýk kýyafet ve alfabenin kendisi oldu. Bir anda bir toplum düzenini makas gibi kesip düzeltmek mümkün deðildi. Bu devrimci zorlamanýn topluma getirip götürdükleri bugün hala hazmedilmiþ deðil.
Dünyadaki öðrenci hareketleri ve baðýmsýzlýk savaþlarýndan etkilenen 68 öðrenci hareketi, kitlelerin aklýný deðiþtirmek için topluma baþka tür bir düþünce türünü getirdi. Bugün, sokakta, kafede, tv'de, gazetede, sosyal yaþam ve düþünüþ biçimlerini öncü 68'lilere muhtacýz. 68, hepimize sadece örgütlenmeyi, sadece iþçi sýnýfýný, sadece toplumun alt kesimlerinin taleplerini sert siyasetlerle dile getirmekle kalmadý, sosyal hayatýn, giyim kuþam, kadýn özgürlüðü, birey haklarý gibi birçok sosyal konuyu devrimci bir sýçramayla toplumun önüne koydu.
12 Mart ve 12 Eylül gibi iki büyük darbeyle 68 hareketinin öncüleri, öldürüldü, sürüldü, parti ve sendikalarý kapandý, ama, 68'lilerin tezleri, fikirleri bugün onlara en karþý insanlar tarafýndan dahi kabul görüp, sosyal hayatýmýza rengini verdi!
Yeniden çamur yapacak kile, yeniden heykel yapacak kayalara ihtiyacýmýz var, çünkü, siyasi sosyal çalkalanmalar tamamlanmamýþ, aydýnlarýn kafasý karýþmýþ, donmuþtur. Ekonomik ve siyasi iktidar ülke egemenliðinden çýkmýþ sömürge düzeninde köleliðe doðru yönelmiþ durumdayýz. Buna raðmen, Türkiye, birçok sorunu kökünden ve derinden tartýþmýþ olmasýyla, Kuzey Afrika ülkeleri, Orta Asya ülkeleri, komþularý Ermenistan, Irak, Ýran, Suriye, Ukrayna, Gürcistan, Bulgaristan'dan fersahlarca ilerde bir düþünce derinliðine sahiptir.
Ülkemiz batý dýþý toplumlar içinde en hararetli, en havaleli ve en karmaþýk yapýlarý barýndýran ve hala sýnýrsýz imkanlarý olan deli dolu bir ülkedir. Bu köle toplumun en büyük þansý, diðer tüm kölelerden daha akýllý bir köle olduðunun farkýnda olmasý.
Hititler, kalay, demir, bakýr yataklarýný kaybettikleri için tarihten silindiði söyleniyor, Osmanlýlar deniz yollarýný kaybettiði ve üretimden deðil, sefahattan yana bir kültüre tapýnýp uyuþtuklarý için. Buna raðmen Anadolu insanlarý, anormal, patolojik, marazi, hasta ruhlu, delice meraklý, maceracý insanlar yetiþtirmeye devam ediyor..
Hala, inanýlmaz duygu derinliðine sahip muhteþem bir kültürün renkleri içinde yaþýyoruz, iþte türkülerimiz, iþte, gelmiþ geçmiþ uygarlýklarýn estetik yapýlarý, çanak çömlekleri...
Biz býkmaksýzýn ayný sorunlarý hergün ayný yerden tartýþýrken, sadece bizleri deðil, tüm üçüncü dünyayý köleliðe sürükleyen piyasalar dünyanýn yeni tanrýsý oldu. Yeni tanrýmýz: Piyasalar!
Çok ürkek bir tanrý, ne söylersen, inip, çýkýyor. Piyasalar istikrar istiyor. Piyasalar milyonlarca iþçinin iþten atýlmasýný, kurban edilmesini istiyor. Piyasalar, baþbakanýn, hükümetin, meclisin, siyasi iradenin, kendisine tamamen baðlanmasýný istiyor. Piyasalar tüm haklarýn, tüm toplumsal güçlerin tüm kültür biçimlerinin tüm sanatkarlarýn kayýtsýz þartsýz hergün kendisine hizmet istiyor.
Piyasalar yüzünden, tarýmý iptal ediyoruz. Piyasalar yüzünden iþsizlik sigortasý, bireyin hak ve özgürlüklerini umursamýyoruz. Herþeyimizi istiyor piyasalar! Seçime gitsek piyasa, seçimden gelsek piyasa, Kýbrýs'a gitsek piyasa, turist gelmezse piyasa, çiþimiz gelse piyasa!
Piyasa, iþadamlarýnýn, çok uluslu þirketlerin, AB'nin, IMF'nin, borsa yöneticilerinin, ekonomistlerin, bilmiþ tüm uzmanlarýn hergün baþýmýza kaktýðý, bizi susturduðu, hepimizi çaresizlik içinde kendine kul köle eden tarihin en büyük canavarý!
Dünyada yüzmilyonlarca insan, güneþin batýþýný deðil, New York Borsasý'nýn kapanýþ rakamlarýna bakmadan uyuyamýyor. Küçük piyasalarýn tanrýlarý, büyük piyasalarýn tanrýlarýndan merhamet, yardým, þefkat, ilgi istiyor. Büyük piyasalar týkanýp, Irak'a savaþ kararý alýyor, küçük piyasalar, büyük piyasalarýn emrinde ordularýný hazýr edip, milyonlarca insanýn ölümünü göze alýyor!
Baþbakan aksýrsa, borsa düþüyor. Hititli ve Aztekli rahipler de, yaðmur yaðsa, þimþek çaksa, kuraklýk olsa, tanrýlar yine öfkeleniyor diye kurban istiyordu. Onlarýn da kurban törenleri fazlasýyla medyatikti. Büyükçe merdivenleri olan tapýnak gibi yerin tam üstünde kurbanýn kellesi kesilip kanlarý aþaðý akýtýlýyor ve etraftaki halk sessiz sedasýz soluðunu tutmuþ, dualarla Tanrý'ya yakarýyordu.
Yüzlerce yýl Ýsa'nýn tanrý mý, oðul mu olduðu tartýlýyor. Roma Ýmparatorluðu tartýþan taraflarý öldürmekten, katletmekten býkýp yorulup, Ýsa'nýn tanrý mý, oðul mu olduðuna kendi karar verip, düzeni toparlamaya çalýþýyor. Çünkü, siyasal iktidar için inanç düzenindeki en küçük teolojik tartýþmalar dahi büyük facialara yol açýyordu.
Bugün, tüm dünyada, güne baþlayan tüm TV'ler, her sabah, saatlerce borsa izleme konsülleri kuruyor, yüzbinlerce borsa yorumcusu, uzmaný hararetle tartýþmaya katýlýyor. Akþama kadar, tüm gazete ve TV'ler nefes nefese borsa indi, çýktý, yükseldi tartýþmasýyla bir kýyamet beklentisi içinde borsayý izliyor. Çünkü, deðil siyasal düzenin, tüm dünyanýn nabzý artýk borsa! Borsayý yönetmek, ülkeleri yönetmek, savaþlarý yönetmek. Her yýl dünya ülkelerinden birkaçýný borsaya kurban veriyoruz!
Bugün dünyayý yöneten büyük spekülatörlerin (para tüccarlarýnýn) para kazanma istekleri hiç olmazsa.. Harislikleri sýfýr düzeyinde olsa.. Ýþlerini hiç ciddiye almak zorunda olmasalar dahi, ellerinden artýk hiçbir þey gelmez.. Artýk hepsi piyasa tanrýsýnýn emrinde ölünceye dek çalýþmak zorunda. Büyük bir iþtahla, borsa tanrýsýnýn, para tanrýsýnýn hizmetindeyiz.
Derin bir heyecan duyduklarý için deðil. Ülke sevgisi, ekonomiye hizmet hiç deðil.. Saðlýklý ve soylu insan olmak istedikleri için hiç deðil.. Artýk çok yorucu bu Tanrýsal görev. Ýnanç gibi, tören gibi hergün yerine getirilmek zorunda.
Bu insanlarla "alay" etmek imkanýna dahi sahip deðiliz. Bu büyük aklý eleþtirmeye kimsenin gücü yetmiyor! Bu bir dilim ekmek, birkaç zeytin tanesi için giriþtikleri bu ölümcül para yarýþýna gülmeye kalksak, bizlere "budala gibi sýrýtan" zavallýlar gibi bakacaklar. Onlar artýk "mutlu bir azýnlýk" da deðil. Hepsinin dozu yüksek sakinleþtirici ilaçlara ihtiyaçlarý hergün fazlalaþýyor. Ve borsa tüccarlarý ayný zamanda uluslararasý diplomatlar gibi çalýþmak zorunda. Keyiflenecek boþ bir dakikalarý yok. Hepsi dünyayý yöneten bu büyük gizli güç, piyasa tanrýsýnýn emrinde çalýþmak zorunda. Hepsinin kalpleri karmakarýþýk, hatta bir kalpten, yalnýz bir kalpten sözedebilme þansýna hiç sahip deðiliz. Hiçbirinin özel bir tutkusu, özel bir zevki yok. Piyasa markalarýyla süslenip, sýklaþmak, þiþkolaþmak, toplumun ekranlarýnda hep traþlý, hep ciddi, hep düzgün, hep iþini bilir görünmek zorundalar.
Paradan baþka birþey düþünmeyiþlerinin sebebi, paraya olan düþkünlükleri hiç deðil, dünyayý, ülkeyi, insanlýðý kurtarmak, hatta, zavallý insanlara mecburen iyilikler yapmak zorunda kalmýþ bir avuç seçkin onlar! Piyasanýn kurnazlýklarý, gizli tertipleri, entrikalarý, ahlaksýzlýklarý, yalancýlýklarý ve siyasi dalaveralarýný hepsi, kötü olduðu, çirkin insan olduklarý için deðil, insanlýðý yönetme, ülkelere istikrar ve düzen getirme, kalkýnma ve mutluluk aþký için yapýyorlar!
Yüzyýllar sonra insanoðlu, dünyanýn her þehrinde yüzmilyonlarca insanýn her sabah ayný rakamlarý, ayný iniþ çýkýþlarý hararetle tartýþtýðý ve ülkeler kurban alýp, ülkeler kurban verdiklerini öðrendiðinde, neler düþünecek!
Bir milyon iþçi, birgünde sokaða býrakýlýrken, bu piyasa tanrýsýnýn seçkin rahip spekülatörleri, bu görevi seve seve yaptýklarý, çünkü istikrar için bunun gerekli olduklarýný söyleyince, artýk toplumdan daha büyük saygý görüyorlar. Çünkü, tanrýmýzýn güzellik ve þirin görünme ihtiyacý kalmadý. Hepimiz seve seve bu kurbanlarý almalýyýz ve gönüllü kurbanlar olmalýyýz. Piyasa ahlaký bunu beynimize çaka çaka öðretti! Acý reçeteler, acý gerçekler, piyasa tanrýsýnýn bize dayattýðý kötülükler, kötü yönetim sonuçlarý deðil, içimi kötü kokulu iðrenç ilaçlar sadece. Gözümüzü yumup, ölenleri, dýþlananlarý, hastalananlarý, iþten atýlanlarý, milyonlarca ölen bebeði, bombalanan halklarý hiç görmeden, duymadan, bu kötü kokulu ilacý aðzýmýza dayayýp içeceðiz!
Bugün AIDS, kanser gibi ölümcül hastalýklarýn ilaçlarýnýn çok pahalý oluþundan her yýl milyonlarca insan göz göre göre ve yavaþ yavaþ ve acýlar içinde kuruyarak ölüyor. Afrika kýtasý yokolmakta, bir nevi, kara ýrka soykýrým uygulanmakta. Bu ilaçlarýn çok ucuzlamasý pekala mümkünken, neden pahalý diye soranlara "uzaylý" gibi bakýlmakta. Ýlaçlarýn pahalýlýðýndan kuþkulanan herkese salak, budala, ekonomiden ve hayattan habersiz insanlar gibi davranýlmakta, sýrf ilaç fiyatlarýný pahalý buluyoruz diye toplumdan dýþlanmaktayýz. Hatta, ekonomiye, ABD'ye, borsaya, siyasete kasdetmiþ gözü dönmüþ suikastçýlar, kafirler muamelesi görmekteyiz.
Sabancý'nýn bir bardaðýný beþ yüz liraya sattýðý suyun, ayný bardaðýn içine, aðzýna kadar fýndýk doldurun, çay doldurun, ya da bu ülkede üretilmiþ herhangi birþeyi doldurun, o bardak beþ yüz bin lira etmez! Sadece bunlarý söylediðinizde de "vatan haini" olursunuz. Hiçbir þeyin fiyatýnýn neden pahalý olduðunu soramayýz. Bebekler, Afrika kýtasý, yoksul ülkeler, açlýktan, bombardýmandan ölüyor, yokediliyor, soramayýz. Ülkemiz siyaseti neden 200 milyarý iç etti, soramayýz. Milyonlarca iþsizin çocuklarý, eðitimi, saðlýðý ne olacak soramayýz.
Çünkü cevaplarý piyasada yazýlý.
Türkiye'de siyasal düzen, iþte hergün ekrana çýkýp "piyasalar" kötüye gidiyor diyen TÜSÝAD'ýn, ekonomistlerin, siyasetçilerin, para tüccarlarýnýn, medyanýn, hýrsýz bankacýlar ve hýrsýz politikacýlarýn elinde, onlar neden hiç zarar etmiyor, diye soramayýz.
Neyi, nasýl söylerseniz söyleyin, kafirsiniz, dýþardasýnýz, anlamýyorsunuz, ekonomiyi baltalýyorsunuz, piyasa tanrýsýný öfkeden kudurtuyorsunuz.
Bu hýrsýz, çakal, dalaveracý siyasi düzende, Aydýn Doðan, Gülben Ergen, Mesut Yýlmaz, Kemal Derviþ, Arto, Emrah, Orhan Gencebay, Ýsmail Cem, Kibariye, Serdar Turgut, Tayyip Erdoðan, Perihan Maðden, ayný görevi yerine getirmekte, ayný siyasal ve sosyal kimliðin lego parçalarýný oluþturmakta.
Daha iki ay önce, bir yerini yýrtarak, beni Tayyip Erdoðan'ýn deðiþtiðine kimse inandýramaz, diye köþesinde avaz avaz tepinen köþe yazarý Fatih Altaylý, bugün Tayyip Erdoðan, TÜSÝAD ve medyayla anlaþýnca, Tayyip'i deðil yere göðe koymamak, giydiði elbisenin dikimi, modeli ve düðmeleri karþýsýnda secde etmekte!
Ekonomi ve siyasetin kimlerin elinde olduðu biliniyor artýk, bu ülkede yönetilecek pek birþey de kalmadý. Bir siyasi iktidarýn belki de yapabileceði tek þey "vahþi medyayý" düzenlemek, insanlýk adýna ülkeye ayna olabilecek tertemiz bir basýn, yayýn, gazetecilik ahlakýnýn yasalarýný çýkartmak, Tayyip Erdoðan medyayla anlaþtýðýna göre, ayný tas, ayný hamam, artýk yöneteceði pek birþey de kalmýyor.
Bu dünya bizim dünyamýz deðil. Bu düzen bizim düzenimiz deðil.. Biz bu düzenin kafirleri, sapýklarýyýz. Bizler yüz on barajýyla, küçük partiler içine sýkýþtýrýlýp zararsýzlaþtýrýlmýþ, küçük örgütleri, küçük gruplarý, küçük gazeteleri olan, kitleleri, örgütleri, yasalar ve medya tarafýndan katledilip, parçalanmýþ daðýtýlmýþ karþý bir zihniyetin çocuklarýyýz. Bu düzenle iþimiz olmaz.
Yüzde on barajý bizleri boðuyor, çaresizleþtiriyor diye, en aklý baþýndakileri dahi, oyumuz kayboluyor, oyumuza yazýk ediliyor düþüncesiyle daha da diplere itiliyor ve bir þekilde herkes yüzde onun üstündeki iþte bu fýrýldaklarýn dünyasýna girmeye zorlanýyor!
Bu ülkede tüm kitap okuyanlar tek bir partiye oy versek, sayýmýz beþ yüz bini geçmez, bu da yüzbir'i aþmaz, bu ülkede "yazý" okuyanlar tek bir partiye oy versek bir buçuk milyon eder, yine yüzdemiz yüzde iki'yi geçmez! Kitleler, cahil, asalak, habersiz býrakýlmýþlar!
Bizler baþka dünyanýn çocuklarýyýz. Oylarýmýz baþka fikir, baþka düþünce, baþka kanaatler söylemeye çalýþan küçük partilerin olmaya devam edecek. Bu ülkeye bir zihniyet sýçramasý, bir bilinç deðiþikliði yaþatacak olan yine bu küçük, okumuþ ve siyasetten ve medyadan kovulmuþ azýnlýktýr. Belki on bin, belki yirmi bin sapýk insanýz. Toplum dýþý insanýz. Ama sayýmýz kaç olursa olsun, bu dünyayý istemediðimiz, bu seçim, bu siyaset, bu medya dünyasýna tamamen ve kökünden karþý olduðumuzu göstereceðiz.
Hiç kimse oyumuzu alamaz. Tayyip gelecek diye Baykal'a, Baykal gelecek diye Ýsmail Cem'e, MHP gelmesin diye bilmem neye verilecek dalaveralý oylarýmýz yok. Ve bu tartýþmayý binlerce yýl ayný yerden tartýþmak istemiyoruz. Hangisi gelse deðiþen hiçbir þeyin olmadýðýný artýk bilmeyen bir insana, insan demek de mümkün deðil.
Kardeþlerim! Hepinizi yüzde onun çok altýndaki küçük partilere davet ediyorum. Oylarýmýz asla kaybolmayacaktýr. Bu dünyayý belki hemen deðil, ama yavaþ yavaþ, damlaya damlaya deðiþtirecek olan yine bu baþka düþüncelerdir. Kitlelerin, ülkelerin bilinçlerini, akýllarýný deðiþtirmesi çok uzun maceradýr. Bu akýl almaz gizli tanrýlarýn yönettiði dünyadan kitlelerin çýkmasý asýrlar alacaktýr. Ancak, sabýrla, yavaþ yavaþ bu karþý dünyayý hazýrlayacak fikirler, o küçük partilerin odalarýnda, gazetelerinde, dergilerindedir.
Barajýn üstündeki partilere, DYP'ye, Demirel'e, Mesut Yýlmaz'a giden milyonlarca oyun nasýl kaybolduðunu on yýllardýr görüyorsunuz, o halde, barajýn altýndaki oylar mý kayboluyor, üstündekiler mi?
Barajýn altýndaki oylar umuttur, yarýndýr, gelecektir, baþka dünyalardýr, hayaldir, sevgilimizdir, Anadolu'dur, insanlýk'týr!..
Bu dünyada aþklar yaþadýk ve güzel kadýnlarla seviþtik ve çocuklarýmýz oldu. Çocuklarýmýz acýyla, iþkenceyle hastalýklarla boðuþsun istemiyoruz. Çocuklarýmýz kerhane kapýlarýna düþsün istemiyoruz. Çocuklarýmýz mastürbasyon salonlarýnda düzülsün istemiyoruz. Çocuklarýmýz sabahýn üçünde SSK kapýsýnda hasta hasta bekleyerek ayakta ölsün istemiyoruz. Çocuklarýmýz bir slogan attý diye hapishanelerde çürüsün istemiyoruz. Baklava da yesinler, þeker de yesinler. Komþu çocuklarýyla ayný okullarda okusunlar. Ve çocuklarýmýz, senin, benim, sadece ülkemizin deðil, tüm insanlýðý, tüm tarihin dertlerini, acýsýný, edebiyatýný, dinlerini, sorumluluklarýný taþýsýn, duysun, öðrensin, bir daha kandýrýlmasýn istiyoruz. Dünyanýn binbir ikliminden her rengi tanýsýn, her kelimeden, her mýsradan yüzlerce renkli duygunun içine düþsün, onuru için, gururu için, insanlýk vicdaný için ölesiye kavga etsin istiyoruz. Aptal budalalar gibi Çiller'in, Derviþler'in, medya köpeklerinin, þöhret manyaklarýnýn peþinden koþmasýnlar istiyoruz.
Ama, üç kiþiyiz, ama beþ kiþiyiz. Ayranýmýz budur, yarýsý sudur. Seçim sandýðýný deðil, tarihi koyuyoruz önümüze. Krallar ayný krallar, adaklar ayný, kurbanlar ayný, köleler ayný ve rahipler ve borsalar ayný tartýþmalardan býkmýyor!

Link ver   
 

YÖNETMEN

Kemal ağbi, elli yaşında vardır herhalde, o da üniversite mezunu. Pantolonunun paçası kat kat olmuş bollaşıp ayakkabısının üstüne düşüyor. Hiçbir işi yok, var var, yanlış söyledim, sinema yapacak. Elindeki dosya senaryo ve cast (oyuncu listesi). Hala şimşek hızıyla konuşur. Hala bir elektrik akımı gibi çıkar cümleler ağzından. Kahvede yalnız tavla oynar. Bu hayatta hiç endişeli olmadı, hiç paniğe kapılmadı, tavla oynayacak adam buldu mu, üç parti, kavga dövüş, dört parti, akşamı eder. Görülmemiş bir kayıtsızlık, görülmemiş bir öfkeyi aynı anda taşır. Arada bir telefona kalkıp, bir yerlere telefon eder. Türk siyasetinde, Türk futbolunda ve Türk sinemasında bir tek gün olsun ondan azar işitmemiş kimse kalmadı. Çok zayıf ama çok dayanıklı bedeni var, bir su şırıltısı gibi durmaksızın şarkı, türkü söyler. Eğer dün akşam TV'de maç olmuşsa gün boyu en iyi maç kritiklerini o yapar.
Dosyasını kaloriferin üstüne koydu. Garsona bağırdı: "Memet, bak buraya koydum, birşey olmasın!".. Onbeş yıl, hergün aynı cümle! Memet, bak buraya koydum. Garson Memet: "Sen düşünme Memet ağbi, birşey olmaz!". Garsonun duymayacağı, yanındaki arkadaşlarının güleceği şekilde: ".iktiğimin adamı, hep birşey olmaz diyorsun, gazetelerin arasına karışıyor, kaç kere kaybettin .ötoğlanı!"
Yanında Hakan'a döndü. Hakan siyasal mezunu. Kaç kez imtihana girdi. Askere gitti, geldi, sormadığı, bakmadığı iş olmadı, yıllarca bir işe giremedi. Ankara'da arkadaşlarıyla bir bekar evinde oturuyor, parasını ödeyemiyor, memleketi Denizli'ye gidiyor, üç-dört ay kalıp tekrar geliyor. Tekrar yeniden kalacak yer alıyor. Her ay evsahibiyle para kavgası, her ay sonu bekar arkadaşlarıyla kira yüzünden kavga!
Kemal ağbi: "Hakan, gözün dosyada olsun, birşey olmasın!". Hakan, Kemal ağbinin yanından ölse ayrılmaz. Kemal ağbi, felsefe demek, edebiyat demek, ayrıca tanrısal nitelikler taşır Kemal ağbisi; Kemal ağbinin doğuştan yardımcısı. Saygısı, sevgisi sonsuz. Kemal ağbi Hakan'ı fırçalayarak: "Git lan .mına koduğumun çocuğu. Kaç sefer unuttun dosyayı. Seninle yola çıkanın kafasını .ikiyim. Sana güvenip iş yapanın .mına koyayım!".. Kemal ağbi, Hakan'a ve diğerlerine şamaroğlanı gibi davranır. Hakan'ın başı yerde, sessiz, küfürlerine çok alışık, içine çekip susuyor. Sustukça kişiliği, kimliği silinip gitti. Kemal ağbi garsona bağırdı: "Memet, tavla getir!".. Hakan'la masada karşılıklı pozisyon aldılar. Tavla geldi, taşlar dizildi, Kemal ağbi Hakan'a: ".mına koduğumun oyununu, biliyorsan oyna. Bilmiyorsan yorma beni. Çoluk çocukla oynayamam!".. Her oyun bir macera, karşılıklı blöf, laf yarışı, düello, hırs, kapışma, dövüş, acımasızca ezmek, hayat böyle sürüyor. Hakan küfürlere alışık, yine de oyunu kızıştırmak için: "Ya ağbi, bir kere yensen de konuşsan, yen, ondan sonra konuş, ağbisin diye, okumuş adamsın diye birşey söylemiyoruz!"..
Kemal ağbi başkalarını ezme ve sömürme ustası: "La dünkü bebe, senin dillerin uzamış. Gel senin ifadeni alayım. Sen ne zaman yendin la beni!".. Hakan korkulu bir sessizlikle: "Dün yendim ya, ağbi!".. Kemal ağbi değil dünü, bir dakika önceyi hatırlamaz. Hatırlasa da inkar eder. Çünkü tüm dünler mağlubiyettir, hepsi unutulmalı, parlak ve kutsal ve şamatalı olan, şimdidir! Kemal ağbi: "Oğlum uydurma götünden, yalanlarını .ikiyim, dün yenmiş.."
Hakan kız gibi çocuk, çok yakışıklı, çok sessiz, uzun boylu, çok temiz bir oğlan. Kemal ağbi düzenbazlığını ve kamçısını Hakan'ın nasıl olsa sesini çıkartmayışı üstüne inşa eder. Ama bazen hırs basar. Kemal ağbiyi seyircilerin huzurunda .ikip atar. Kemal ağbi bir daha rövanş ister, bir daha yenilir. Parti boyunca söz dalaşı, kavgaya dönüşür. Bu dünyada tek zevk düşkünlüğü, söz düşkünlüğü, kızdırmak için söylenen sözler günün monotonluğunu silip atıyor. Hakan hep alttan alır, bazen hayata sert bir isyan gibi karşı koyar, dayanamaz Kemal ağbinin küfürlerine, beş sıfır, altı sıfır bitirip, kalkar!
Kemal ağbi yine yenilir. Hakan'a "Git lan, .mına koduğumun çocuğu, sen oyun bilmiyorsun. Şans işte, .mına koyum, şans!" Hakan cevap vermez ve kahve, yeniden tembellik ve kayıtsızlığa gömülür.
Hakan susar, kendini tutar, masadan hızla uzaklaşması lazım, bir laf etse, yılların ağbisine el kaldırmış olacak, mutlaka kavga çıkacak, yarın nasıl yüzüne bakacak, vatan sevgisi gibi arkadaşlık, ya sev ya terket, hem sevmeyiz, hem terkedemeyiz!
Tavla boşalır boşalmaz, Selim iştahla taşları dizmeye başladı, Kemal ağbiyle oynamak için. Selim, sekiz sene önce belediye tiyatrosundan atıldı. Başkan (Melih Gökçek) geldiğinden beri işsiz. Çocuğuna annesi bakıyor. Kel, göbekli, saçı sakalı karışık. Ama büyük sanatkar! Annesinin emekli maaşıyla geçiniyor. Meydan okuyan cüretli kişilere hayran, bu yüzden Kemal ağbinin yanında kul, köle. Selim taşları dizerken: "Ağbi sinirlenme. Bu oğlana çok yüz veriyorsun. Götü kalktı Hakan'ın. Her yerde ben Kemal ağbinin yardımcısıyım, diyor. Sen kimsin lan yönetmen yardımcısı olacaksın. Ağbi seni de anlamıyorum. Hani yönetmen yardımcısı bendim..."
Kemal ağbi yalakalıklara yüz vermez, hala ahlaki niteliklere dikkat eder: "Bilip bilmeden konuşma oğlum. Sen ikinci yardımcısın!.." Selim: "Ağbi kusura bakma. Haddim değil hani.. Ama, Hakan dünkü bebek. Hiç tecrübesi yok. Rol ver Hakan'a. Şekli yerinde çocuğun, birşey demem. Ama ağbi yönetmen yardımcılığı. Kusura bakma da ağbi çok uçuyorsun. Hakan kim, yönetmen yardımcılığı kim?"
Kemal ağbinin parlak zekası ve yetenekleri ne kadar çürürse çürüsün, bilgece kişiliğinden taviz vermez: "Hakan'ı çok severim Selim. O benim oğlum. Böyle bağırıp çağırırım ama Hakan'ı çok severim..."
Selim: "Yaaa ağbi!.."
Kemal: "Bırak lan dırdırı, oyununu oyna, ibne!"..
Selim: "Ağbi kusura bakma ama, bu bizim Hakan, hem param yok der, hem her akşam bara gider, biraları devirir!"..
Kemal ağbi: "Kaç attım lan, göremedim. Hemen tutma zarları.."
Selim: "Beş-dört ağbi, beş-dört.."
Kemal: "Dübeşti oğlum, dübeş..."
Selim: "Valla dört-beş ağbi. Anam avradım olsun, dört-beş. Ağbi bir tavla oynuyoruz, yalancı çıkartma beni. Bana herşeyi söyle, hile yapıyorsun deme.. Ben gece evde kendi başıma kağıt falı açarken bile hile yapmam ağbi.."
Kemal ağbi: ".iktir git lan, her zaman aynı numarayı yapıyorsun. Lafa tutup beni..", Kemal ağbi sinirle tavlayı kapatır, taşlar yere düşer.
Kemal ağbi: "Bir daha seninle tavla oynayanın .mına koyayım. .iktiğimin adamı. Göz göre göre düşeşimi yiyorsun.."
Selim: "Ağbi, anam avradım olsun dört-beşti!".. Kemal ağbi, sandalyesini geri çekti. Garson Memet masaya çay koydu. Selim: "İçmiyorum oğlum, koyma!".. Garson Memet: "içmiyorsan oturma, söğüt gölgesi mi burası!".. Selim sinirle: "Oğlum oturalı daha yarım saat olmadı. Üçüncü çayı dayıyorsun!".. Garson: "Ya Selim ağbi kaçıncı partiyi oynuyorsun. Bana niye kızıyosun ağbi. İçmiyorsan, içmiyorum de!."
Selim: "Oğlum, sormadan dayama şu çayı!".. Garson Memet: "Ağbi birşey mi dedim, öylesine koydum, söyle, koymayayım!"..
Garson uzaklaşır, Kemal ağbi Selim'e: "Bu garsonlara sen yüz veriyorsun oğlum. Yüz verme ibnelere. İki de bir çay dayıyorlar!"
Kahvenin telefonu çalar, garson Memet bağırır: "Kemal ağbi telefon!". Kemal ağbi telefona kalkar, üç dört dakika sonra masaya döner!
Selim gizli bir heyecanla: "Telefon kimden Kemal ağbi?". Kemal ağbi sigarasını yakar. Yüzünde mutluluk. Keyfi çok yerinde: "Sadık Halimi!".
Selim duyduğuna inanamaz: "Doğru söyle ağbi, Sadık Halimi mi?". Kemal ağbi sakin bir neşeyle: "Fransa'dan dönüyormuş, İstanbul'a uğrayıp öyle geçecekmiş İran'a!"..
Selim'in içi içine sığmaz: "Desene ağbi sonunda oldu bu iş!".. Kemal ağbi: "Tabii olacak oğlum. Yıllardır neye uğraşıyoruz!"..
Selim'in gözlerinde hayaller: "Ağbi, Sadık Halimi İran'a döndüğüne göre, üç-beş aya kalmaz, başlarız filme!".
Kemal Ağbi daha oturaklı, daha sakin: "Üç-beş ay süreceğini sanmam. İki haftaya iş şekillenir, yalnız, diyorum ki, İstanbul'a gidip Sadık Halimi'yle yüzyüze görüşsem!.."
Selim yerinden fırlıyormuşcasına: "Git ağbi, hemen git. İşinin adı ne?".. Kemal ağbi: "Oğlum bilip bilmediğin şeyleri konuşma. Adamın etrafında köpek gibi olmaz. Bizim de ağırlığımız var, Türkiye'ye kadar gelmiş. Ankara'ya da uğrasın. Ben niye gideyim, o bana gelsin!"
Selim: "Yalvarırım ağbi, burun, gurur yapma. Bu işlerde gurur olmaz!".. Kemal ağbi kesip atar: "Tamam tamam hallederiz. İstanbul'a inecek uçağın saatini öğreneyim akşam. Akşam telefonda sorarım!"..
Selim ve Kemal ağbi hayallere dalar, masa sessizleşir. Masaya çaylar gelir. Selim ve Kemal çayları görmez, çaylar bardakta soğur. Kemal ağbi ince hüzünlü bir sesle: "Ya Selim, hayranım bu adama!".. Selim destek verir: "Ya ağbi, Sadık Halimi bugüne bugün. İran sinemasında bir numara. İran sinemasının dünyada bir yeri var ağbi. Boru değil Sadık halimi, ağbi!"..
Masada mutluluk telaşı. Selim'in içi içine sığmaz. Kemal ağbiye: "Ağbi anlayamadığım birşey var. Bizim film, ortak yapım mı olacak, hani, Türk-İran!"
Kemal ağbi: "Ben de isterdim ortak yapım olsun. Ama fikrimi değiştirdim. Türkiye bize ne verdi Selim. Türkiye'nin .mına koyum. Film ortaya çıksın da, iş olsun da.." Biz kültür adamıyız Selim. İran, Türkiye, buralarda değilim, bıktım.."
Selim bitmeyen merakla ayrıntılı sorulara girişir: "Ağbi ne dedin telefonda!"..
Kemal ağbi: "OHAL kalktı, İran'a kadar gelmemize gerek yok. Filmi Hakkari Yüksekova'da çekeriz, dedim!"..
Selim: "Ağbi şart mı Yüksekova. Senaryo Yüksekova'da geçiyor diye, oraya gitmemiz şart mı? Şurada Çankırı'da mekan bakarız. Daha ucuza gelir, hem yakın!"..
Kemal ağbi: "Oğlum bilip bilmedik konuşma. Kameralar, film bobinleri İran'dan gelecek. Sınırdan alıp seti kuracağız.. Sen buraları bırak. Kaç gündür düşünüyorum, müziği kime yaptıracağız!"
Selim: "Ağbi, Emre diye bir oğlana yaptıracaktın hani!"
Kemal: "Emre'yi .ikiyim. Ondan bir bok olmaz. Oğlum bu Emre'yle olacak iş mi?"
Selim: "Şu bizim... barda çalıyor. Neydi ismi..."
Kemal ağbi: "Erdal'ı diyorsun..." Selim: "Erdal ağbi, Erdal!". Kemal: "Erdal'ın bir dediği bir dediğini tutmuyor. Onunla yola çıkılmaz oğlum..."
Selim hayıflanarak: "Bu memlekette iş yapılmaz ağbi. İş disiplini yok kimsede. Oğlum işte bir imkan. Koca filmin müziğini yapacaksın. Zorla kendini. Aş imkanlarını... Ama yok..."
Kemal: "Selim, beni üç kuruşluk adamlarla muhatap etme. Ben kafamı .ikiyim. Geçen sene .ötümden ayrılmıyordu. Ağbi filmin müziğini ben yapayım, diye. Olsun ben yapacağımı bilirim. Parayı bastın mı, hepsi köpek olur, göreceksin!"
Garson Memet masaya çay koyar, Selim: "İçmeyeceğim oğlum, koyma şu çayı..." Garson Memet: "Kemal ağbi sen iç!".. Kemal ağbi: "Koyma, koyma, içmeyeceğim, ağzım zehir gibi, birazdan!"
Garson Memet'in gözü kaloriferin üstüne takılır: "Kemal ağbi, senin dosya nerde?", Kemal panikte, Selim atılır: "Buradaydı, valla burdaydı.." Masaların altı, gazetelerin içi didik didik aranır. Diğer masalara bakılır, dosya yok. Selim aramaktan yorulur: "Ağbi boşuna arama, o orospunun çocuğu Hakan aldı. Senaryoyu alıp kaçtı ibne!"..
Kemal ağbi: "Niye alsın oğlum!".. Selim: "Öyle deme ağbi. Baktı senden birşey çıkmıyor, alıp kaçtı senaryoyu.." Kemal: "Oğlum manyak manyak konuşma.." Kemal ağbi masaların altına bakmaya devam eder.
Kemal ağbi: "Ulan benim de içime kurt düşürdün. Hakan almış olabilir. Nereye gitmiştir bu oğlan. Kalk bir bak. O aşağılarda barlara inmiştir.." Selim, Hakan'ı aramak için yerinden fırlar. Kemal peşinden "Çaktırma ama. Anlamasın. Öyle ağız yokla. Ondan şüphelendiğimizi anlarsa çok ayıp olur. Çok hassastır Hakan!"...
Selim hızla barlara iner. Ona buna sorar, sağa sola bakar. Hakan'ı bir barın önünde, beyfendi bir adamla otururken yakalar. Usulca masaya oturur. Konuşmaların bitmesini bekler. Garson, "ne içersiniz?" Selim: "İçmeyeceğim, sonra alırım!".. Beş-on dakika bekler. Hakan, yanındaki beyfendi adamla vedalaşır. Masada ikisi kalır.
Selim, Hakan'a: "Bu adam kim Hakan?" Hakan: "Üniversiteden hocam, burdan geçiyordu, iki dakika oturdu!".. Selim heyecanla Hakan'a: "Oğlum, böyle adamlar tanıyorsun niye haberimiz olmuyor. Bu adam kesin iş bulur!". Hakan: "Nerden bulsun ağbi, onun da bir yığın akrabası, arkadaşı var, bulsa onlara bulur!".. Selim: "Oğlum, koca üniversite hocası. Bu adam herkesi tanır. Şimdi rektörü tanıyor mu, tanıyor. Bir gidip konuşalım Hakan..!". Hakan: "Ne diyeceğiz?".. Selim: "Arkadaş işsiz, buralarda bir iş!" Hakan: "Pat diye nasıl söyleriz Selim ağbi. Şöyle bir masa etrafında şekil olsak, otursak, laf lafı açsa, o zaman söylenir, anlarım!.." Selim: "Oğlum zaten sen benim bir işimi yapar mısın? Arkadaş falan değilsin. Halimi görüyorsun. Kızım ilkokul beşe geldi. Anası bırakıp kaçmış. Annem her akşam söylenir. Köpek gibi eve girip çıkarım. Çay paramız yok, amına koyum, çay parası. Herşeyi biliyorsun işte. Ölür müyüz oğlum bir iş istesek, ölür müyüz? Koca üniversite hocası!".. Hakan: "Tamam Selim ağbi, yarın üniversiteye gideriz. Açarız sohbeti. Sen devreye girersin... söz!."
Selim: "Hakan, bu iş oldu gibime geliyor. Koca üniversite hocası. Masadaki konuşmasından anladım, çok seviyor seni. Çok da iyi bir insana benziyor. Bak ne diyeceğim, benim bu iş olsun, yönetmen yardımcılığını bırakacağım!"..
Hakan: "Selim ağbi, o işin olacağı yok, bıktım ben. Taa Körfez savaşında başlıyorduk filme. Kaç sene oldu. On'u geçti.. Kemal ağbiyi severim. Ağbi senin yerin ayrı. Ben sensiz film işine girmem. Kaç kez söyledim Kemal ağbiye. Selim ağbi yoksa ben de yokum. Ama sıtkım sıyrıldı ağbi, bunaldım. Bu işi bekle bekle, on sene. Utanıyorum artık eve gitmeye. Ankara'ya geliyorum, üç ayda on kilo veriyorum. tekrar memlekete dönüp aylarca evden çıkmıyorum. Hiç gelmeyeyim diyorum buraya. Ama Denizli'de gideceğim yer yok. Bir mahalle, bir oturacağım arkadaş yok. Üç günde sıkılıp geliyorum, bir hayal bir umut, bir beklenti yok.. Selim ağbi, bırak bu işleri, buralardan iş çıkmaz, ben bar işine gireceğim!"
Selim: "Oğlum, bar işi nerden baksan kırk milyardan başlar, yer bile bulamazsın!.."
Hakan: "Kemal ağbinin bir arkadaşı var. Eski arkadaşı. Yirmi sene önce film yapmışlar. Barı varmış. Orda başlatayım dedi Kemal ağbi!.."
Selim: "Ya Hakan, Kemal ağbinin herşeyi yalan. Onun film falan yaptığı yok, hiç olmadı. Onun sinema yaptığına inanmıyorum. On yıldır peşinden sürüklüyor bizi!.."
Hakan, Selim'in derin umutsuzluğuna dayanamaz: "Öyle deme Selim ağbi. Sadık Halimi, bugün nerden baksan İran sinemasında bir numara! Dünya tanıyor herifi!"
Selim: "Oğlum, Kemal ağbi nerden tanıyor bu herifi. Hiç inceledin mi? Bu adam bizi yiyor. Geçenlerde zarf attım Kemal ağbiye. Elçiliğe gittim, Sadık Halimi'yi sordum dedim, yok böyle biri dediler.. Kemal ağbi dedi ki, Sadık halimi muhalif, elçiliklerdeki adamlar mollacı, tabi tanımazlıktan gelecekler.. Ne bileyim, ben tanıştıklarını sanmıyorum.."
Hakan: "Ya Selim ağbi, benim de moralimi bozma. Ne bileyim ağbi. Ben de senin gibiyim, haftada bir telefonu gelir Sadık Halimi'nin, Kemal ağbiyle biz de elçiliğe gittik. Pasaport dediğin birkaç günlük iş. Şurdan bastık mı arabaya, iki gün sonra Tahran'dayız. Tahran Türkiye'den ucuz. İran'ın imkanlarıyla Türkiye'nin imkanları bir mi? Türkiye gibi değil orası ağbi, burada, alem göt olmuş, burda iş yapılmaz!"
Selim: "Valla Hakan bilmiyorum, ben Kemal ağbinin değil, senin aklının peşinden geliyorum. Ne olacak sonunda ölüm yok ya.." Bakarsın film olur.. Senaryoyu okudun değil mi?"
Hakan: "Okumaz olur muyum ağbi. On defa okudum. Senaryo şahane! Böyle senaryo görmedim. Ağbi bu iş olsun, biz Cannes'dayız. Böyle senaryo yok, diyorum. Valla yok ağbi. Kemal ağbi delidir doludur ama, senaryosu inanılmaz.."
Hakan, Selim'e: "Sen okudun mu senaryoyu?" Selim: "Valla bir fırsat bulamadım!"..
Hakan: "Ağbi on yıldır kahvede senaryo. Bir fırsat nasıl bulamazsın. Valla ağbi sizinle iş yapılmaz. İş nereye kadar ilerlemiş, sen hala senaryoyu okumamışsın. Ağbi, ben sana ne diyorum, sen git, bütün işini bırak, önce senaryoyu oku!"
Selim, umutsuzca: "Senaryo yok Hakan, kayboldu!".. Hakan yerinden fırlar: "Şimdi kahvedeydi. Kemal ağbi kaloriferin üstüne koydu, gözlerimle gördüm!" Selim: "Biri almış!"..
Hakan: "Nasıl olur ağbi. Kim alsın senaryoyu.."
Birlikte koşa koşa kahveye gelirler. Yolda senaryoyu kimin almış olabileceğine dair fikir yürütürler. Hakan: "Valla gülme Selim ağbi, bu çalma işi.. Herşey geliyor aklıma.. Derin devletin işi olmasın.. Sebataycılar olabilir..!"
Selim: "Ne alakası var oğlum, kafayı yemiş yemiş konuşma. Devletle ne ilişkisi var!"..
Hakan: "İran'la ilişkilerimiz düzelsin istemiyor ordu, ağbi! bu filmi onbeş yıldır niye çekemiyoruz. Bir türlü bitmiyor savaş. İstemiyorlar İran'la iş yapmamızı. Anlamıyorsun ağbi. Sebataycılar istemiyor, derin devlet istemiyor..."
Kahveye heyecanla girip Kemal ağbinin masasına yaklaşırlar. Kemal ağbi: "Gazetenin arasına sıkışmış.. Bulduk dosyayı!"..
Selim: "Ağbi valla, korkudan ölüyordum.." Selim gülerek Kemal ağbiye: "Valla Kemal ağbi, Hakan'ın ne düşündüğünü söylesem gülmekten ölürsün.. Sebataycılar çaldı dedi, dosyayı!"
Kemal ağbi: "Valla delirmişsiniz oğlum!".. Kemal ağbi birden sinirlenir: ".iktirin gidin ibneler. Sizin zekada adamlarla iş yapıyoruz. Ağzına verdiklerim, .ik kadar akıl yok oğlum sizde!"..
Selim küfürlere dayanamaz: "Kemal ağbi, böyle konuşma bizimle." Kemal ağbi öfkeyle: "Şimdi masanın üstüne çıkar, ikinizin de ağzına cork cork sokarım. Her yerde aleyhimde konuşuyorsunuz ibneler. Sadık Halimi'ni telefonunu duyunca hemen yalakalığa başladınız!"..
Selim kendini tutamaz: "Ağbi, düzgün konuş.. Arkadaşız biz. Şamar oğlanı gibi davranma bize!".. Kemal ağbi, Selim'in laflarını dinlemez. Selim ne derse desin, otomatiğe bağlanmış aynı erotik cümleyi sarfeder: "Sus ve yalamaya devam et!"..
Selim: "Ağbi valla arkandan konuşmadık!".. Kemal: "Sus ve yalamaya devam et!".. Hakan girer araya: "Ağbi valla, orda burda kimseye birşey demedik!".. Kemal ağbi: "Sus ve yalamaya devam et!".. Selim: "Kim birşey demişse çıksın söylesin!".. Kemal: "Sus ve yalamaya devam et!"..
Yan masadan yirmibeş yaşlarında bir oğlan, Selim'in yanına gelir, "Selim ağbi, özel bir şey konuşabilir miyiz?". Selim ayağa kalkıp, yan masaya gider. Beş-altı kişi, 25-30 yaşlarında. Çocuk Selim'e: "Selim ağbi, sizin film işi oluyormuş. Kemal ağbiyle bizi tanıştır.!"
Selim, masadaki kalabalığa, kalabalıkta Selim'in ağzının içine bakar. Selim: "Kaç kişisiniz?". "Ağbi hepimiz için olsun demiyoruz, bir kişi de olsa.. Sen bir tanıştır!"..
Selim, buyurgan: "Şimdi olmaz, yarın gelin. Kapıda bekleyin beni. Ben kaş göz işareti çakarım. Gelirsiniz masaya, ben tanıştırırım. İyi oğlandır, yeteneklidir derim Kemal ağbiye!".
Çocuklar hep bir ağızdan: "Selim ağbi sağol, babasın valla!".. Selim baba gibi: "Tamam tamam oğlum. Yalakalık istemem. İşiniz olsun, tamam. Hadi yarın gelirsiniz!"
Selim masaya döner. Kemal ağbinin çok eskilerden bir arkadaşı masaya yanaşmış, adı Ergun, iri yarı bir oğlan, Kemal'le dalgasını geçmekte: "La Kemal hala film işleri mi?"..
Kemal ağbi Ergun'dan çok kıllanır, Ergun ne söylerse bozuk cevaplar verir.. Kemal ağbi Ergun'a: "Zıııt Erenköy!".. Ergun: "La Kemal oğlum, sen birgün olsun çalışmayacaksın!".. Kemal ağbi: "Yüüüürrrüüüü anca gidersin!".. Ergun: "Ne dedin oğlum, yürü ne yürüsü?".. Kemal ağbi: "Yoğurt dedim!".. Ergun: ".iktirgit ibne. Senin yalanlarını .ikiyim. Seninle aynı masaya oturanın aklını .ikiyim!"...
Ergun masadan sinirle kalkarken Selim ve Hakan'a: "Oğlum Sadık Halimi diye biri olmadı, yok böyle adam, ne İran'da, ne dünyada yok, yiyor sizi bu adam!".. Ergun uzaklaşır...
Hakan, Kemal ağbiye: "Bulaşma ağbi.. Bu adam on yıl senin yanında çalışmadı mı? Madem inanmıyor, niye götünün dibinden on yıl ayrılmadı!"..
Kemal ağbi: "Siz de böyle olacaksınız oğlum. Onu, reklam işine de ben soktum. Ama yok, işte, acımıcan yetime, döner koyar götüne... Sizin yüzünüzden oğlum üç paralık olduk. Adam mısınız lan, masanın üstüne çıkıp, ikinizin de ağzına vereceğim cork cork..!"
Selim dayanamaz: "Ağbi, doğru konuş!".. Kemal ağbi arkasını dönüp hep aynı nakaratı devam eder: "Sus ve yalamaya devam et!".. Hakan: "Kemal ağbi biz arkadaşın oluruz, düzgün konuş bizimle!".. Kemal ağbi oralı olmaz: "Sus ve yalamaya devam et!"
Hakan sinirlenip ayağa kalkar: "Seninle aynı masaya oturanı .ikiyim." Selim'de Hakan'ın peşinden kalkar. Kemal arkalarından bağırır: "İbneler. .ötünü. iktiklerim. Duydular Sadık Halimi'nin geleceğini, nasıl köpek oldular. .öt oğlanları. Sizinle iş yapanın .mına koyayım ben. Ben kendi kafamı .ikiyim. Sizi yanıma aldım, adam yerine koydum sizi!"..
Hakan laflara dayanamayıp kavgaya girmek için geri döndü, Selim, Hakan'ı belinden kucakladı. Kemal ağbi, Hakan'ın dayılandığını, efelendiğini görüp bağırdı: "Gel gel, ağzına vereyim, senin, .öt oğlanı, gel gel.."
***
Selim'le Hakan barlara doğru yürüdü sinirle. Selim birden Hakan'a dönüp: "Nereye gidiyoruz oğlum, barda oturacak.. beş kuruş yok üstümde..?" Hakan: "Gel gel Selim ağbi. Bir bar var, arkadaş. Yazdırıyorum. Fazla değil iki tane içeriz!"..
Selim'le Hakan bara oturdu, ortaya kurufustık. İki soğuk bira. Hakan dertlendi: "Ya Selim ağbi, kaç sene oluyor. Üniversite birinci sınıfa giderken, yanına gelmiştim tiyatro kursuna.. 13 sene mi oldu?"
Selim: "16 sene.. tam onaltı sene!.." Hakan: "Hiç unutmuyorum Selim ağbi. Beni akşam göndermezdin. Bir odaya alır... Ağbi nasıl büyük adamdın gözümde. Kral gibiydin, kahramandın ağbi.. Sırf Eğinlisin diye nasıl severdim seni.. Annem de Eğinli benim. Selim ağbi hatırlasana... Ne güzel Eğin türküleri söylerdin!"..
Selim içlenir: "Dur ya Hakan.. Açma şu Eğin lafını. Adam kılığı kalmadı bizde. Gözünü seveyim, hatırlatma Eğin'i. Adamlıktan çıktık oğlum. Adamlıktan... Alayının .mına koyayım!"
Hakan: "Hangi alayı ağbi, kimler, kimleri diyorsun?"
Selim: "Hayatımda bugüne kadar tanıdığım, gördüğüm, konuştuğum bunca önceki herkesin... alayının .mına koyayım.."
Hakan: "Hatırla ağbi, ne güzel türküler söylerdin.. Bir bira daha söyleyeyim.. Belki söylersin..."
Selim: ".iktiret, kalkalım oğlum. Aleme daha faza rezil olmayalım..."
Masadan kalkarken Hakan, Selim'e: "Selim ağbi ne güzel söylerdin o Eğin türküsünü.. Yalvarırım bir hatırla.. Nasıldı.. Ağam yolladığın yazmayı yaktım / Çürüttüm ömrümü yollara baktım.. Selim ağbi öldürme beni. Sonrası nasıldı... Yazmanın külünü yoluna savurdum!.."
Selim tutamadı kendini, yaman ağlıyor: "Yazmasını .ikiyim Hakan bir sus, külünü .ikiyim bi dur.."
Hakan, yanlarından geçen bir yakınını görür. İyi giyimli, temiz bir adam. Sarılır, öpüşür, ayaküstü konuşurlar. Selim bi kenarda gözyaşlarını gizlice siler, Hakan'ı bekler.
Hakan yoldakı arkadaşından ayrılır. Selim'in koluna girer. Selim: "Konuştuğun kimdi Hakan?".. Hakan: "Amcamın büyük oğlu. DSİ'de müdür!." Selim çıkışır: "Hakan, böyle müdür yakınların var, niye söylemiyorsun, oğlum. Müdür oğlum. Nerden bakarsan müdür. Mutlak vardır bir tanıdığı!". Hakan, yatıştırır: "Yaaa ağbi, ne bileyim. Böyle ayaküstü olur mu? Birden pat diye iş sorulur mu?".. Selim: "Oğlum nesi ayıp iş aramanın. Telefonu var mı sende. Yarın bi uğrasak. Bir ağzını ara önce sen, Selim ağbimiz, de, yabancı değil!.."
Hakan, Selim'in efkarını neşeye döndürmek ister: "Bak Selim ağbi anlaşalım.. Sen şu Eğin türküsünü söyle.. Ağam yolladığın yazmayı yaktım.. Ben yarın müdüre gidip senin işi konuşurum!"..
Selim: "Ya Hakan, yazmasını .ikiyim. Oğlum durduk yerde iş istiyoruz diye, utanma benden. Oğlum, beni üç kuruşluk eğlencelik adam yerine koyma. Bak Hakan, ben daha bitmedim oğlum. Ben daha bitmedim. Alayının .mına koyacağım.."
Hakan, yatıştırır: "Ağbi bir yarın olsun, bakarız, beraber gideriz!"
Selim: "Sağol Hakan, demek müdürü tanıyorsun.. Barın sahibini de tanıyorsun demek.. Hesap almadı. Her akşam gelir misin. Hakan, barın sahibine benim işi söylesek. Selim ağbi, de, kasaya bakar, işletme müdürlüğünü yapar. Yaparız oğlum, utanacak ne var bunda!"..
Hakan: "Yarın olsun valla söyleyeceğim, söz sana ağbi, söyleyeceğim.." Selim: ".iktiğimin ibnesi, söylemezsin sen.. Hadi şimdi dönüp hemen konuşalım.."
Hakan: "Ağbi rezil etme beni aleme, böyle sarhoş ağzıyla olmaz bu işler, yarın kesin söylerim, inan bana!"..
***
Ertesi gün, aynı kahve, aynı masa. Kemal ağbi kolunun altında dosya. "Memet çay gönder!". Memet çayı getirdi. Kemal: "Memet, oğlum dosyayı kaloriferin üstüne koyuyorum. Dikkat et, kaybolmasın!".. Memet: "Birşey olmaz ağbi, ne olacak.."
O dosya onbeş yıl aynı yere konur. Bir keresinde kayboldu, belki disketten çıkartması yirmi dakika alırdı, ama bilgisayarın bulunması, disketin açılması, başka bilgisayara verilmesi, disketi alan arkadaşın o işten ayrılması, yani, yeniden printirden çıkması dosyanın, tam bir yıl sürdü.
Kemal ağbiyle dün dalgasını geçen eski arkadaşı Ergun geldi. Kemal ağbinin tam suratının ortasına doğru: "Bu tavlayı iyi oynadığın söyleniyor!".. Kemal ağbi küs, yüzüne bakmadı, Ergun: "Gel lan, naz yapma bana, artistlik yapma, bir tavla atalım!.."
Kemal ağbi surat yapıyor: "Birazdan müzikçi arkadaş gelecek, işim var...", Ergun, elinin tersiyle, ".iktirlan" yapıp, yan masaya geçti!
Öğleye doğru müzikçi oğlan Erdal geldi. Kemal ağbiyle kafa kafaya verip dosyayı açtılar. Kağıt kalem ellerinde. Bir saat sonra, Hakan'la Selim de kahveye damladı. Uzak bir masaya oturdular.
Hakan, Selim'e: "Kemal ağbinin yanındaki müzikçi oğlan değil mi?"
Selim: "Erdal o, gitarist oğlan!".. Hakan: "Valla bu iş oluyor Selim ağbi. Müzik işine başlamış bile.."
Selim: "Valla doğru diyorsun, Erdal sağlamcı oğlandır, bu işe ikna olduğuna göre, bu iş gerçekten oluyor!"..
Hakan, sitemle: "Valla Selim ağbi, senin yüzünden papaz olduk Kemal ağbiyle.." Selim, isyan ederek: "Git başımdan oğlum, git. Kemal ağbin orda, git konuş, zaten köpeğin Allahısın sen!"..
Hakan, alttan alır: "Nasıl gidelim ağbi. Valla bu iş oluyor. Dün garson Memet söyledi. Sadık Halimi'nin telefonunu yazmış kağıda, almış.
Selim: "Oğlum, dün işi sen bozdun, bana ne?"..
Hakan: "Bana ne olur mu ağbi. Yıllarca bekle, sabret, ta iş oluyor, git sen işi boz!.."
Selim: "Oğlum arkadaş arasında olur böyle kavgalar. Birazdan damlarız masasına!".. Hakan: "Valla ağbi, masasına gitmeye yüzüm yok.." Selim: "Sen gitmezsen, ben hiç gidemem oğlum!..."
Hakan, Selim, dışarıya bakıp, birkaç dakika sessizlikle çaylarını yudumladılar. Selim birden Hakan'a döndü: "Buldum oğlum, sıkı bir formül buldum... Benim kızı çok sever Kemal. Şimdi eve zıplayıp getireceğim kızı. Burada yanımda oynarken, mutlaka bizim kızı masasına çağırır, sever!"..
Selim, fırladı gitti. Yarım saat sonra kızıyla geldi. Kızına fanta gazoz söyledi. Masada şimdi üç kişiler.
Selim kızının saçlarını okşayarak, arka masayı gösterip: "Kızım bak, Kemal ağbin orda. Tanıdın değil mi Kemal ağbini.." Kız, arka masaya baktı.
Bir yarım saat sonra, Kemal ağbi masasından kalktı. Küçük kızın yanına geldi, yüzünü avcuyla okşayarak: "Kız Ebru, naber kız!".. deyip yanaklarını sıktı. Selim'e dönüp: "Selim laaa, çok büyümüş kızın!.. Valla koca kız olmuş.."
Selim yumuşakça: "Valla Kemal ağbi hemen büyüyorlar!"
Kemal daha da yanaşır: "Selim, buna göre bir rol var elimde.. Senaryodaki kıza tam uygun. Valla Selim, tam senin kıza uygun bir rol!"
Kemal ağbi, birden Hakan'a dönüp, bir yönetmen gibi direktifler verdi: "Hakan, içerde Erdal'la müziği konuşuyoruz. İstersen gel. Sen de fikrini söyle. Ya da dur bakiyim. Sen bir soluk İran Elçiliği'ne zıpla. Sadık Halimi, annesinin yanına Şiraz'a gitmiş. Bir ay kalacakmış Şiraz'da...Elçilikten Şiraz'ın kod numarasını al. .mına koyum, telefonu var adamın, kodu yok..."
Hakan: "Ağbi, üstümde dolmuş parası yok!"..
Kemal ağbi: "Yaa... yürüme yirmi dakikada çıkarsın. Baksana. Siyasi... sorgu gibi laflar ederlerse.. Kültür işidir, de.. Sinema, minema boşuna kıllanmasınlar bizden. Tamam mı? Hadi fırla sen!"..
Hakan, yola koyulur, bir kaç adım yürür, Kemal ağbi arkasından bağırır: "Ya da Hakan, sen bir dur.. Ben yarın geçeceğim, boşuna yürüme o kadar yolu!".

Link ver   
 

recent

YANGIN


Yüzyıllardır bir kibrit kutusuna sığabilen sahil kasabası şimdi Türkiye'ye sığmıyor. Eski sakin kasaba, veba gibi, turizmin kırdığı bir kavim olarak dağıldı, kayboldu. Aslında Türkiye'nin uyuşuk kanı çekildi. Başka tür, delirmiş bir kan enjekte edildi. Hoş, zevkli, kudurgan, birazcık cenabet, modern bu kan, herşeyi alt üst etti. Bu delirmiş kan şırıl ...
Necrodome @ 30.09.2002 10:33

LADİN ORMANLARI


Karadeniz otoyolu etap etap hizmete açılacak, ancak, yolun tam olarak bitmesi 20-30 yılı alacak. Dünya coğrafyasının en nadide bu eşsiz sayfası tarihe gömülürken hem suskunuz, hem de artık yapılabilecek birşey kalmadı. Yol çalışmalarını izlediğinizde eşsiz doğa parçası karşısında müteahhitlerin tam bir canavar yöntemi izlediklerini görürüz. En ucuz, en kısa yoldan ...
Necrodome @ 30.09.2002 10:09

SEÇİM BİLDİRİSİ


Bu þehri Ankara'da en büyük hayalim, stadyum kadar bir tapýnak yapýlýp kapýsýna: Hitit Ýmparatorluðu, yazýlmasý. Þüphesiz kapýsýna elli metrelik iki büyük Hitit kaya yontma heykelleri de yapýlacak. Çorum'dan, Eskiþehir'e kadar daðýlmýþ Hitit eserleri bu büyük tapýnakta sunulacak. Bir büyük masal gibi. Küçücük kýz çocuklarýmýz içine girsin ve tarihin bu en ...
Necrodome @ 12.09.2002 07:53

YÖNETMEN


Kemal ağbi, elli yaşında vardır herhalde, o da üniversite mezunu. Pantolonunun paçası kat kat olmuş bollaşıp ayakkabısının üstüne düşüyor. Hiçbir işi yok, var var, yanlış söyledim, sinema yapacak. Elindeki dosya senaryo ve cast (oyuncu listesi). Hala şimşek hızıyla konuşur. Hala bir elektrik akımı gibi çıkar cümleler ağzından. Kahvede yalnız tavla ...
Necrodome @ 12.09.2002 07:37